Bir gün sonra/Alexander'ın evi
Pipetimi biraz daha dişleyerek meyve suyunun akış hızını kestiğim sırada masaya koyduğum telefonuma odaklandım. Diego'nun yarım saat önce "Gelmedin" yazdığı mesajı tekrar okudum.
Evet, gitmemiştim.
Sebebi açıktı. Kendimi onun yanına giderek belli etmek istemiyordum. Ona "kamufle ol" diye de yalvaramazdım. Ben de çözümü gitmemekte bulmuştum, hem ev daha güvende hissetmeme neden oluyordu. En son bir yudum daha alarak meyve suyunu kenara ittirdim ve telefonumu önüme çektim. Dün onun daveti üzerine "Gelmeyi düşünmüyorum" yazdığım mesajı kaydırarak altına nokta koydum. 'Gelmeyeceğimi söylemiştim' gibisinden. Anlayışla karşılayacağına dair birçok şüphem olduğu için telefonun ekranını kapatıp bardağımı da alarak arkama yaslandım.
O esnada içeriye tabletiyle giren Alexander dikkatimi çekti. Direkt tezgahın üstüne boş kahve fincanını koydu. Buzdolabına ilerlerken hâlâ beni fark etmemişti. Tabletinden bir şeyler okuyordu.
"Sana da iyi akşamlar." dedim, kendimi göstermek istercesine elimi kaldırarak, fakat ne şaşırdı ne de bana baktı. Buzdolabından çıkardığı küçük bir tencereyi bana gösterecek şekilde tuttu.
"Bu ne?" diye sorduğunda dişlerimle pipeti daha da küçültmek istercesine sıktım.
Sakin kalmaya çalışarak "Sarma." dedim.
"Niye burada?" buzdolabını işaret ederek, "Soğuk mu yeniyor?" dediğinde başımı olumsuz anlamda salladım. "O hâlde niye yemeyeceğin bir şeyi buraya koyuyorsun? Sence de çöpe atman daha mantıklı olmaz mı?" söylediklerini duymak istemesem bile bir kere duymuştum artık.
"Türk'üm ben." dedim, ellerim iki yana açarak -bir elimde hâlâ meyve suyu vardı-, 'buyum ben' der gibi kendimi gösteriyordum, "Her şeyi buzdolabına koyabilirim."
"Ben gittikten sonra bunu yapmayı sürdürürsün. Şimdi lütfen gel, çöpünü al ve ait olduğu yere at."
Verdiği komuta aşırı gıcık olsam da onu dinledim. Sandalyemi geri ittirerek ayağa kalktım. Portakallı meyve suyumu bırakmadan yanına ilerledim ve elindeki tenceremi alarak ocağa yürüdüm. "Çabuk öğreniyorsun." dedi, arkamdan. "Öyleyimdir." dedim, tencereyi ocağın üstüne koyarken, "Okuma yazmayı üç yaşında öğrenmişim."
"Yok canım, annenin rahminde öğrenmişsindir."
Alenen dalga geçtiğini fark edince güldüm.
"Öyle öyle." dedim ve ocağın altını yaktım. Pipeti dudaklarımın arasına alıp bir yudum daha alırken buzdolabının kapanma sesini duydum. Ardından buraya yaklaşan adım seslerini. O yanıma gelip durana kadar ben iki üç yudum daha içebilmiştim.
Çatık kaşlarıyla "Ne yapıyorsun?" diye sordu.
"Ait olduğu yere at, dedin."
"Ve?"
"Ben de ocağa koydum. Hem acıkmıştım da."
Boştaki elimle karnımı okşayıp "Dolması gerek abisi." dediğimde başını onaylamaz anlamda salladı.
"Demir senden zeki bir şey diye bahsetmişti."
"Estağfurullah." diyip bir yudum daha aldım.
Tabletine gelen bildirim sesiyle son kez yaptığım işe baktı ve cıkcıklayarak yanımdan uzaklaştı. Çıkmasını bekledim ama o düşündüğümün aksine geçip masanın oradan bir sandalye çekerek üzerine oturmuştu.
"Hani birbirimizin karşısına çıkmayacağımıza söz vermiştik?" dedim, bardağımı tezgaha koyarak.
Dalgın bir ifadeyle bir şeyler okuduğu sırada "Açım." diyip sustu ve okumaya devam etti.