Gözlerimi ayırmadığım duvar saatinden dakikaları sayıyordum. Bir şey olmasını beklediğim ya da istediğimden değildi belki sayarsam ölüm saatime yaklaşırdım.
Ölüm bana gelmeliydi çünkü ben ona gidemezdim.
Burada gidemezdim.
Kapı tıklanmadan açıldı çünkü onların gözünde biz insan değildik ve insan olmayan birinin mahremiyeti olmazdı.
Oturduğum küçük odanın köşesinde duruyordum. Yerler soğuktu, ayaklarım da çıplaktı ama ben etkilensem de yerimden kıpırdayacak gücü kendimde bulamıyordum.
Hareket eden tek şey gözbebeklerimdi.
Şükrediyordum, bir çok şeyle beraber onları da almadıkları için.Kapıda duran kalıplı birini gördüm.
Tek eline aldığı yemek tepsisiyle kapımın önünde durmuş bana bakıyordu.
Sadece gövdesine bakıyordum, kafamı kaldırıp onunla göz göze bile gelmek istemedim.Ama o bana bakıyordu.
Gözlerini çekmeden bir süre bakışları bende oyalanmıştı, tepki vermedim. İç çekerek yanıma yaklaştığında üniformasına baktım.Hemşirelerin giydiği üniformaya benziyordu. Kalem kapağını iki yandaki cepten birine sabitlemişti. Beyaz kapalı terlikleriyle yürürken bu odada çıkan tek sesin yere sürülen terlik olduğunu fark ettim.
Yanıma yaklaştı ve bu sefer önümde durdu.
"Yatağında değilsin," dedi, zaten bildiğim gerçeği bana hatırlatarak. Sesi diğerlerinin aksine sıkılgan ve sert çıkmasından çok düz ve yumuşaktı.
"Senin iki gündür yemek yemediğini söylediler," konuşmamı bekledi ama konuşmadığımı anlayınca devam etti.
"Böyle giderse ilaçlarını alamayacaksın,"
Ne güzel dedim içimden. O ilaçlar beni kendimden uzaklaştırıyor, yaşadığımı bile kendi etimi sıkarak anlayabiliyordum. Yaşadığımı hissetmek için canımı yakmam gerekiyordu. Böyle bir hayata sürüklenmiştim.
Ayaklarımı kendime çektim.
Bana doğru iki adım attı ve olduğu yere çöktü. Elinde tuttuğu tepsiyi daha fazla tutmadan yere indirdi ve yemeği işaret etti.
Dışardaki köpeklere bile versek yemeyip geri çevireceklerinden emin olduğum yemeğe bile bakmadım.
Tepsiyi bir kez daha önüme itti, ben bakana kadar ittirmeye devam etti.
Yemeğe baktım. Her bir tanesi bir biriyle bütünleşmiş pirinç tanelerinin arasına diğer tabaktan biraz çorba dökülmüştü. Çorba ise en kötüsüydü. Her yemekte çorba muhakkak olurdu ve adını dahi bilmediğim bir çok çorba çeşidini görüyordum. Hiçbiri de yenmiyordu.
Tatlı olarak sütlaç vardı. İçimden gülme isteği geldi.
Sütlacı suyla yaptıklarından emindim.
İğrenç bir tadı vardı. Lapa lapaydı.Küçükken annemin bize zorla yedirdiği bebek mamalarına benziyordu. Zaten içinde olduğu kap da onu andırıyordu.
Son bir umutla çatal ve bıçaklara baktım ama her zamanki gibi plastiktendi.
Kafamı tekrar çevirdim ve bu sağlık görevlisinin bir an önce çekip gitmesini istedim.
"Senin konuşmadığını söylediler," sonra bir hata yapmış gibi düzeltti. "Ah, konuşmak istemediğini"
Yutkundum.
Gözlerini benden hiç ayırmaması beni tedirgin ediyordu, ona bakmasam bile hissedebiliyordum.Derin bir nefes aldıktan sonra tepsiyi tekrar önüne doğru çekti. O kadar sert çekmişti ki bir çukurcukta duran çorba yere dökülmüştü.