Sıkıntıyla uyandığımda içten içe günümün kötü geçeceğini biliyordum. Tüm gece uyuyamamış yatağımda dönüp durmuştum. Düşünceler somut varlıklara dönüşüp beni sağımdan solumdan çekiştirmişti. Bu kötü ruh halim dalgınlığım öğrencilerime de yansımış olmalıydı ki bir kaçı üzgün göründüğümü söyleyip küçücük kollarıyla bana sarılmışlardı. O an kalbim pamuk şeker gibi olmuş ve bu sevimli hallerine kalp krizi geçirmeme ramak kalmıştı.
Derin bir nefes alarak paspası yere bir kez daha sürttüm. Yalnızlığım yine kötü düşüncelerime kapı aralamış en kötü senaryoyu yazmaktan geri durmuyordu. Beak Hwan'ın dedikleri aklımdan çıkmıyor bahsettiği benzerlikler fena halde canımı sıkıyordu ama babama da güveniyordum. Bana yalan söylemediğini biliyordum. Ama içimden gelen cılız 'Emin misin?' sesini de kulak ardı edemiyordum. Derin dertli bir iç daha çektim.
"Bu kadar dertlendiğin şey ne?" dedi arkamdan bir ses. Kendimi düşüncelerime o kadar kaptırmıştım ki ister istemez yerimde sıçradım. Kalbim korkuyla güm güm atarken hızla arkamı döndüm.
Seo joon akşam olmasına rağmen siyah bir beyzbol şapkası ve güneş gözlüğü takıyordu. Saçlarını toplamış olmalıydı ki tek bir teli bile görünmüyor siyah maskesi neredeyse tüm yüzünü örtüyordu. Bol siyah sweatshirt ve pantolonun içinde oldukça şüpheli görünüyordu.
Onu merakla süzdüğümü fark etmiş olacak ki maskesini aşağı indirip gözlüklerini çıkardı.
"Neden böyle giyindin?" dedim onu bir kez daha süzerek. Her zamankinden oldukça farklıydı. Onu gördüğüm her seferde tarzını yansıtacak şeyler taşıyordu ama bu sefer oldukça alelade görünüyordu. Sıradan görünmeye özen göstermiş gibiydi.
Gözlerini kaçırıp şapkasını çıkardı bu sefer soluk mavi saçları boynuna dökülerek kulaklarına doğru kıvrıldı. Önüne düşen tutamları parmaklarıyla geriye doğru tarayarak yatıştırdı. Hala bana bakmıyor oyalanabildiği kadar oyalanıyordu. Sonra duvardaki klasik siyah beyaz saate takıldı gözlerim. Vaktinden yarım saat önce gelmişti.
"Ders saatinden de yarım saat erken geldin. Normalde vaktinde gelirsin." Dedim paspasa yaslanıp tek kaşımı kaldırarak ona bakarken. Beni iyice meraklandırmıştı ama eğer sorumu geçiştirirse üstelemeyecektim.
En sonunda bana baktı anlamlandıramadığım yoğun bakışlarla. Sanki o da ne düşündüğümü anlamaya çalışıyormuş gibi araştıran bir ifadeyle bakıyordu. En sonunda derin bir nefes alarak ellerini saçlarına bir kez daha geçirip dağıttı. Bunu her endişeli olduğu an da yaptığını fark etmiştim. Ki bu savımı destekler şekilde endişeli bir ifade barındırıyor dudaklarını dişliyordu.
"Son zamanlarda takip ediliyorum." Dedi bir çırpıda. Ona şaşkınlıkla bakakaldım. O ise sanki sevmediği yemekleri sormuşum gibi sakin bir sesle devam etti. "O yüzden erken geldim ve tanınmamak için böyle giyindim" dedi. Paspası duvara bırakarak ona yaklaştım.
"Bir sasaeng* mi?" dedim endişeyle. Kafa sallamakla yetinse de irkildiğini görebiliyordum. Bana kayan bakışları bıkkın bir ifade içeriyordu.
"İlk önce mektuplarla başladı. Fanlarımız bize her zaman destekleyici mektuplar yazar. Bu yüzden bununda onlardan biri olduğunu düşündüm. Ama zaman geçtikçe telefonuma aramalar mesajlar almaya başladım. Aramalardan sonra menajerime söylemiştim ama numaramı değiştirmekle yetindi. Vilve yayınlarında ona olan aşkımı itiraf etmemi istemeye başladı. Ne yaptığımı ne giydiğime kadar her şeyimi biliyordu. En sonunda ilk fan etkinliğimizde bana verilen bir ayıcıkta gizli kamera buldum." Sinirle soludu. "Ama bundan da bir şey çıkmadı. Polis ne kameradan ne de hesabın IP'sinden bir şey bulabildi. Kısa süreli de olsa beni rahat bıraktı ama şimdi tekrar başladı. Yine gizli fotoğraflarımın çekildiği sevgi dolu mesajlar alıyorum." Alaycı histerik bir kıkırdama döküldü dudaklarından. Sürekli diken üstünde olmalıydı. İster istemez o kıza karşı bir öfke duydum içimde. Ünlülerinde kendine ait bir hayatları olduğunu unutuyorlardı. Kendilerini o kadar kaptırıyorlardı ki hayal aleminde yaşıyorlar ve hastalık derecesinde takıntı yapıyorlardı.
"Menajerim ise her seferinde onu bulmak için uğraştıklarına dair zırvalıyor ama tek bir kelimesine dahi inanmıyorum." Dedi öfkeyle. Derin dertli bir iç çekti. Bıkkınlığı yorgunluğu onu on yıl yaşlandırmıştı sanki.
"Derse gelmemeliydin öyleyse. Ya seni bekliyorsa" dedim endişeyle. Bana baktı haşin denilebilecek bakışlarla.
"Hayatımı etkilemesine izin verip saklanmayacağım." dedi alev alev yanan gözlerle. Kafese kapatılmış bir kaplanı hatırlattı bana bir an için. Çaresizliğin getirdiği öfkeyi, yalnızlığın korkusunu gördüm gözlerinde. Kendince başkaldırıyor, öfkesini yalnızlığına kalkan olarak kullanıyordu. Bir yönden haklıydı. Sürekli nereden geleceği belli olmayan bir tehlikeyle yaşamak yoğun strese sokuyor olmalıydı. Sürekli tetikte yaşamak en sonunda aklını kaçırmana neden olacak kadar çıldırtıcıydı.
"Haklısın" dedim kabullenmişlikle derin bir nefes verirken. "Koruma vermediler mi?"
Bana dünyanın en komik şakasını yapmışım gibi baktı. "Ah lütfen kim şirkete çok da para kazandırmayan biri için ekstra masrafa girer ki" dedi alaylı bir ifadeyle.
"Peki neden şirketini değiştirmiyorsun? Oldukça yeteneklisin, değerini daha çok anlayacak bir şirket bulabileceğine inanıyorum" dedim omuz silkerken. Yine özel hayatına zorla müdahil oluyormuşum gibi hissediyordum ama belki de düşündüğü bu çıkar yolunu dillendirmek başka fikirlere yol açabilirdi.
Derin bir iç çekerek duvara sırtını verip oturdu. Kafasını öne eğmişti ve omuzları dünyanın tüm yükünü taşıyormuş gibi çökmüştü. Buram buram keder ve çaresizlik kokuyordu.
"Yapamam" dedi fısıltıyla. Sanki az önce söyleyecek olduğu şeyi sesli itiraf etmekten çekiniyormuş gibiydi. "Sözleşmemim bitmesine daha var." kafasını kaldırıp duvara dayadı. bakışları üzerimdeydi ve bana sözleşmeden daha başka daha gerçek bir nedeni olduğunu söylüyordu. Ağzı bir açılıp bir kapandı ve en sonunda söylememeye karar vererek gözlerini kaçırdı. Bana söylemeye çekiniyordu. Bende üstelememeye karar vererek tuhaf sessizliği başka bir soruyla bozdum.
"Peki diğer halini biliyor mu?" dedim çekinerek. Konuyu pek de ustaca sayılmayacak şekilde değiştirmemle tekrar bana baktı. Rahatlamış bir ifadeye büründü yüzü.
"Hayır. Gönderdiği fotoğraflar hep bu halimle olanlar. Hem diğer beni öğrenirse tehdit olarak kullanırdı." diyerek omuz silkti. En azından bu ona kaldığı için bir nebze de olsun rahatlamış görünüyordu.
"Bir tek sen kim olduğumu anladın" dedi daha tok daha derinden gelen bir sesle. Yoğun bakışları beni bir fanusa hapsetmiş gibi nefessiz kalmama neden oluyordu. Kendimi müze de sergilenen bir heykel gibi hissettim o an. O da sanatın ruhunu anlamaya çalışan bir sanatseverdi. Rahatsızca kıpırdandım ve yanına oturmak için yürüdüm. Gözleri beni takip ederek üzerimden hiç ayrılmadı. Sormadığı sorusuna cevap bekliyordu.
"Dedim ya" gülümsedim. Ortamı biraz daha yumuşatmaya çalışarak. "Gözlerin seni ele verdi." Tek kaşı kalkarak kafa karışıklığı yüzüne yansıdı. Derin bir nefes alarak sakin bir sesle konuştum.
"Tabiri caizse boncuk boncuk bakıyorsun. Fark ettin mi bilmiyorum ama gerçek düşüncelerinden bahsettiğinde gözlerin doluyor, siyah gözlerin saydamlaşıyor ve bu ruhunu apaçık görebiliyormuşum gibi hissettiriyor. Sanki gözlerinde daimi bir hüzün gizli. Gülümsediğinde ışıldıyor ama o hüzün hep arkada her an akmaya hazır bekliyor gibi. Bunu maskeliyorsun ama o an da saçlarını yukarı kaldırdığında büyük gözlerindeki o bıkkınlığı çaresizliği gördüm. Masken düşmüştü ve sadece kendin olarak var oluyordun. Ya da kim bilir belki de bunlar benim hayal ürünümdür" deyip omuz silktim. "Ayrıca sağ gözünün altında küçük bir benin var" deyip sırıttım. Elbette o kadar uzaktan beni görmem imkânsızdı ama açıklamam o kadar yakın hissettirmişti ki duygulardan çok somut bir delile sığınmak istemiştim.
Onu ne ara bu kadar gözlemleyecek kadar dikkat ettiğimi bilmiyordum ama belki de bu ham düşüncelerim ona çekilmemde ki en büyük neden olabilirdi. Çünkü o hüzün dolu gözlerle her baktığında onu sarıp sarmalamak istiyordum. Onun mazlum bakışlarını görmek benimde kalbimi kırıyordu. Ah nedenini bilmiyordum belki de kötüden çok kahramanı oynamak istiyordum ve o da kurtaracağım prensesti. Bunu elbette ona söylemeyecektim. Her ne kadar sınırları aşsam da duracağım noktayı bilecek kadar ufak bir sağduyumun kalmıştı.
Saf dürüstlükle sarf ettiğim kelimeler aramızda derin bir sessizliğe neden olurken bakışlarımı yüzünden çekip ayağa kalktım. İfadesini kontrol edecek kadar bile oyalanmamıştım.
"Hadi şu kuşak sınavını yapalım. Sarı kuşak için hazır mısın?" dedim konuyu bir kez daha beceriksizce değiştirmeye çalışarak. Hiçbir şey demedi. Kafası hala kalktığım yöne dönük ve eğikti, yüzünü bakışlarını göremiyordum ama gerildiği sert çehresinden anlaşılıyordu. Yutkundu ve bana doğru döndü. Kafası hala eğikti ve bana katiyen bakmıyordu.
"Bir konu da haklıydın" dedi çatallı bir sesle. Boğazını temizleyerek zoraki yutkundu. "Bıkkın ve çaresizim." Derin bir iç çekti. Benimle değil de daha çok kendiyle yüzleşiyormuş gibiydi. "Kılık değiştirerek sokakta çalmamın nedeni de bu. Ancak o zaman kafesimden kurtulup özgür oluyormuşum gibi hissediyorum. O kısacık anlarda rolümden çıkıp en gerçekçi benliğime bürünüyormuşum gibi geliyor. Olmak istediğim o kişiye." yarım ağız sevinçten uzak bir gülümseme takındı. "İdol Joon, Glowboys ve tüm o sahte duygular olmadan sürdürebildiğim bir başkaldırı."
Hiçbir şey demeden sessizce bekledim. Kafasını kaldırıp bana baktı. İşte yine o maskesi düşmüştü ve gözleri irileşmiş dolu dolu olmuştu. O kadar siyahlardı ki yansımamı görebiliyordum. Tıpkı onun ruhunun da yansımasını gördüğüm gibi. Derin bir nefes alarak bu sefer sahici bir gülümseme takındı.
"Yarın geziye gidiyorsun. Pratik yapabildin mi?" dedi konuyu değiştirerek. Daha fazla konuşmak istemiyordu ve bende buna saygı duyacaktım.
"Evet" dedim utana sıkıla. Hala dans etmekte kötüydüm ama bunu o söylememeye karar verdim. Beni eğitmek için harcadığı o kadar saatin bir hiç uğruna olduğunu düşündürmek istemiyordum. Ama o halimi tavrımı anında anlayarak rahat bir gülümseme takındı.
"Aslında valse da oldukça iyiydin. Neden onu yapmıyorsun?" dedi hevesle. Kafamı umutsuzlukla salladım. "Dans edebileceğim biri yok. Hem bulsam bile pratik yapmak için çok geç" omuz silktim. "Artık elimden geleni yapacağım. Belki Macerana yaparım" dedim muziplikle. İkimizde birbirimize bakıp sırıttık. Paylaştığımız o küçücük an değerli eğlencemizdi.
"O zaman kesin kazanacağınızı düşünüyorum." Sırıtmam sahici bir gülümsemeye dönerken o da aynı gülümsemeyle bana bakıyordu. Sonra boğazını temizleyerek gözlerin ilk kaçıran o oldu. Ayağa kalkarken "Sınava hazırım usta" dedi hafif alayla. Ona gülümsemekle yetindim. Ama içten içe biliyordum ki birbirimizle paylaştıklarımız kalplerimizde ki bir başka kapıyı daha aralamıştı.
Okul gezisi için okulun bahçesinde sıraya dizilmiştik. Hava rahatsız ettirecek kadar sıcak yapış yapış hissettiriyordu. Müdürün bitmek bilmeyen konuşmasını dinlemeyi çok önce bırakmıştım. Yanımda duran beak hwan ise telefonundan başını kaldırmıyor sıkkın uğultuları umursamıyordu. Eğilerek bu kadar neye odaklandığına baktım. Ekran da renkli kodlar akıyor, parmakları hızla hareket ediyordu.
"Burada bile öyle mi?" dedim sırıtırken. Bana bakmadan kafasını salladı. "Vakit nakittir" dedi gülümseyerek. Sonra üsten bir kakaotalk bildirimi düştü ve ben ister istemez mesajı gördüm. Ji Hoon'un resminin yanında ki küçük yazılar anında görünüp kayboldu ama bana okuyacağım kadar süre vermişti.
Neye gülüyorsunuz?
Yüzümde ki gülümseme silinerek yerini öfkeye bıraktı. Çatı katında yüzleştiğimiz o günden sonra onu nerede görsem yüz çevirmiştim. O ise benimle konuşmak istediğini her seferde belli etmişti. Onu keskin bir dille uyardıktan sonra görmezlikten gelmeye devam etmiştim. Ona olan öfkem hala aktif olan bir volkan gibiydi. Bu yüzden en ufak bakışı bile beni tiksindiriyordu.
Bakışlarım onun sınıfına kaydı. Diğerlerinden daha uzun olduğu için onu bulmam oldukça kolay olmuştu. Yine o siyah beyzbol şapkasını takmıştı ve gölgesinde kalan gözleri bana bakıyordu. Meraklı ve biraz da gergin görünüyordu. Gözlerimiz buluşunca şaşkınlıkla büyüyen gözlerine küçük bir gülümseme eşlik etti ve elini kaldırıp kısaca el salladı. Birkaç kişi onun bu hareketini görüp arkalarını döndüler ama ben ona karşı herhangi bir harekette bulunmayarak bakışlarımı indirmekle yetindim.
"Senden af dilemeye çalışıyor biliyorsun" dedi beak hwan sakin bir sesle. Gözleri hala ekranda, hızlı hızlı yazıyordu.
"Ondan af istemiyorum" dedim aynı sakinlikle. "Mümkünse benden olabildiğince uzak olmasını istiyorum."
"Yani gruba dönmemekte hala kararlısın öyle mi?"
"Evet. Sizinle takılmayı seviyorum ama onun yüzünü bile görmek" derin bir nefes aldım. "midemi bulandırıyor"
"Ona hala öfkelisin" dedi kesin kanıyı sunarak.
"Olmamam mı gerekiyor?" dedim yüksek bir tonda. "Sütten çıkmış ak kaşığım demiyorum ama bana yaptığı çok aşağılıktı. Beni geçmişimle..." yutkundum. O günü, geçirdiğim krizi hatırladığım da hala vücudum titriyordu. "tehdit etti. Zaafımı kullandı. Buna bel altı vurmak denir ve benim lügatımda bunun affı yoktur." Dedim keskin bir sesle.
"Onu savunmuyorum ama o sadece korumak istedi." Alaycı bir ifadeyle 'hıh'ladım. "Bizi korumak istedi." Alaycılığımı görmezden gelerek devam etti. "Sadece kaybetmekten korkuyordu. Kandırıldığını ve o küçük güvenli alanının yok olacağını düşündü. Bu da onu telaşlandırdı ve hata yapmasına neden oldu." Omuz silkti. "Sürüsünü koruyan bir kurt tehlike anında neden aramaz saldırır ve o da sen onu yakalamadan boynundan yakalamak istedi. Yaptı da ama aslında boğazladığı şey düşmanı değil sürüsünde ki kurttu. Farkına vardığında ise elinde sadece kanlı bir post kalmıştı." Hiçbir şey demedim diyemedim.
"Hatırlıyor musun? Seninle ilk tanıştığımda o odada ki herkesin bir şekilde zorbalık gördüğünü söylemiştim. Ji Hoon da kurbanlardan biri belki de hepimizden daha çok derinlerden yaralı."
"Ama nasıl olur? Zorbalık görmeyecek kadar söz sahibi."
Beak hwan kıkırdadı ve yüzünde acı dolu bir kıvrım belirdi. "Başkalarının açtığı yaralar bir gün geçebilir ama en güvendiklerin tarafından yaralandığında ne kadar iyileştirsen de hep bir iz kalır. Ruhun bir kez kavrulduğunda yeryüzündeki tüm suları içsen de susuzluğunu dindiremezsin."
Ona ne demek istediğini soracaktım ki müdür o an da konuşmasını sonlandırmaya karar verdi.
"Herkes otobüslere geçsin. Görevli öğretmenler sayımlarınızı yapın." Dedi ve öğrenciler büyük bir uğultuyla otobüslere yürümeye başladı. Beak hwanda telefonu kapatmış cebine atmıştı. Minik adımlarla ilerliyorduk ki yüzümde ki merakı soruları gördü.
"O sana anlatmalı. Ben bir şey söyleyemem" diyerek konuyu kestirip attı. Önüme dönsem de cevabını alamadığım sorular içimde dağ olup beni aştı. Belki Ji yeon'a sorabilirdim ama belki de ailevi olan bir meseleyi bana açmak istemeyebilirdi. Ki ben de zorlamazdım çünkü herhangi bir kelime bile tetikleyici olabilirdi ve ben onun canını asla yakmak istemezdim.
Otobüste beak hwanla yan yana oturuyorduk ve o bu sefer uyumayı tercih etmişti. Gerçi bu kadar gürültü de nasıl uyuyabiliyordu anlayamıyordum. Yapacağımız tiyatro için replikler belki beşinci kez tekrar ediliyor, roller gülüşmeler arasında sergileniyordu. Sesleri duymamak için kulaklığımı taksam da sözlere veya ritme odaklanamıyor düşünceler dur durak bilmeden akıyordu. Derin bir nefes alıp gözlerimi kapatttım. Kafamı sağa sola hızla sallayarak kelimelerin birbir döküldüğünü hayal ettim. En azından sadece bir kaç gün için düşünmek istemiyordum. Gezi bitene sadece eğlenen normal bir genç kız olacaktım.
Incheon doğa güzelliği desek abartmış olmazdım. Eski mimariyle bütünleşen doğa, huzuru hissettiriyordu. Otobüsten indiğim andan itibaren ciğerlerim temiz havayla dolmuş, hücrelerin enerjiyle ayaklanmıştı. Öyle ki beak hwanın dedikleri zihnimde oldukça gerilere gitmişti. Sınıftan üç kızla paylaştığımız odaya gidip eşyalarımı bıraktığım gibi Beak hwan ve ji yeon ile buluşmak için otelin dışına çıktım. İkisi de kafa kafaya vermiş bir şeye bakıyor ve kısık sesle konuşuyorlardı. Yanlarına gittiğimde beni ilk fark eden ji yeon oldu ve arkasını dönerek abartılı bir tonlamayla adımı söyledim. Yüzünde kocaman bir sırıtma olsa da bakışlarını kaçırıyor, gerginlikle kıpırdanıyordu. Beak hwan telefonu cebine atarak bana hızla bana döndü. Kaşlarım çatıldı ve benden ne sakladıklarını soracaktım ki sırtıma çarpan kütleyle öne doğru tökezledim. Belime sarılan küçük kollar oldukça sıkıydı.
Su-ae'nin sesi kafasını sırtıma gömdüğünden mütevellit boğuk çıkıyordu.
"Ha Neul seni o kadar özledim ki artık hiç müzik sınıfına gelmiyorsun" dedi sitemkar bir sesle.
"İki gün önce alışverişe gitmiştik sonra da karaokeye hatta ji yeon son şarkımızda uyuya kaldı."
"Hey" dedi kızgın bir sesle kollarını indirip kafasını bana doğru uzatırken "O sayılmaz o dışarıdayken okuldayken bizimle hiç takılmıyorsun" Hiçbir şey demeyerek ona döndüm ve bu sefer hakkını vererek sıkıca sarıldım. Saçları yüzümü gıdıkladı. Küçücük bedeni onu sıkı kavramamdan rahatsız olmuş gibi kıvrandı. Konuyu yine başka bir şekilde dağıtıyordum.
"Suae neden gelmediğini biliyorsun. Çünkü Ji Hoon'a"
"Ağız burun daldı" dedi ikizler bize yaklaşırken. İkisi de kıkırdıyor gözleri haylazlıkla parlıyordu.
"Bunu söylemekten hiç vazgeçmeyeceksiniz değil mi?" Dedim rahatsızlığımı belli edercesine yüzümü buruşturarak. Kıkırdadılar.
"Ah hayır. İkinizin kavgasını o kadar izlemek isterdim ki." Dedi heyecanla ikizlerden ilki. Diğeri hızla kafasını salladı.
"Kavganızın tüm detaylarını analiz etmek için orada olmak isterdik."
"İkiniz çok tuhafsınız biliyorsunuz değil mi?" Dedi Suae sıradan bir sesle. İkisi de omzunu silkerek suae ile haklı olduklarına dair laf dalışına girdiler.
"Beni fena şekilde nakvat etti." Dedi sakin tok bir ses. İkizlerin arkasında bize doğru yaklaşıyordu. Gözleri benim üstümdeydi. Onu görmezlikten gelerek arkamı döndüm. Beak hwan ile göz göze geldiğimizde bana konuşmamızı hatırlatmak istercesine baktı. Ya da ben o sıradan bakışına bir anlam yüklemek istedim. Bilmiyordum.
"Dondurma alacağım." Diyerek otobüsten indiğimde gördüğüm küçük markete doğru yürümeye başladım. Bu sefer düşüncelerimi geriye atmak yerine donduracaktım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Y KARAKTERİ
General Fiction'Her insan kendi hayatının başrolünde oynuyor' demiş bir yazar. İlk okuduğum da küçük zihnimi çok etkilemiş ve gözlerimin içi parlayarak ana karakter olmamın verdiği haklı gururla göğsümü gere gere dolanmıştım. Lakin işlerin hiçte böyle olmadığını z...