İlk gerçek vakamdan sonra koskoca tam üç gün ağlamıştım. O zamanlar genç ve aptaldım. Açıkçası biraz da kendimi süper kahraman gibi görmüştüm. Oraya gidip insanları koruyacak Garezleri kışkışlayacak ve günü kurtaracaktım. Sonra da oturup ağladım işte. Bebekler gibi.
Bu yüzden sessizliğini anlayabiliyordum. Karşımda içi çekilmiş boş gözleriyle dalgın bir şekilde otururken. Buradaydı ama kafasının içinde başka bir yerde.
"Onu çağıramaz mıyız?" dedi. Bugün milyonuncu kez aynı şeyi sorarak. Kendini suçlu hissediyordu ve bir şekilde yardımcı olmak istiyordu. Ama Garezin peşinde olduğu kardeşi ölmüştü yani intikam alacağı biri de kalmamıştı. Peki nasıl? Ruhların birini öldürmesi imkansızdı. Ölümü tesadüf olabilirdi belki ama tıpkı kardeşine yaptığı gibi yanarak ölmesi? Biraz fazla tesadüf olmaz mıydı? Bu meseleyi geri en kısa sürede Bayan Jung ile konuşmalıydım.
"Ruhlar öyle gel deyince gelmiyorlar Minho." Diğer tarafta işlerin nasıl yürüdüğü asla anlaşılmazdı. Garezler nereden geliyor ya da kim gönderiyor? Cevap alamayacağım soruları kurcalamamayı tercih ediyordum.
"Bak ne hissettiğini anlıyorum gerçekten." Yola bakmaya çalışırken ona döndüm. Öylece camdan dışarıyı izliyordu. Başlarda iyi gibiydi ama uykusuz ve düz surat haline dün itibariyle geri dönmüştü. Ben de bu yüzden onu yanlız bırakmamaya karar vermiştim. Ne olacağı belli olmazdı. "Ama elimizden bir şey gelmiyor Minho. İşimiz belirli sınırlar içerisinde kalıyor."
Sessizlik oldu. Bana bakmayıp yolu izledi. Sonrasında kendi kendine söyler gibi mırıldandı. "Abisinin onu sevdiğini bilmeliydi..."
"Duymamam gereken bir iç ses konuşması mı bu?" Sıkıntıyla nefesini verdi. "Boşver. Nereye gidiyoruz? Başka bir vaka?" Boş otoyolda sürmeye devam ederken radyoyu açtım. "İş iş iş. Başka bir şey bilmez misin sen?" Büyük bir şaşkınlıkla bana döndü.
"Yorucu bir vakadan sonra ne iyi gider biliyor musun?"
"En uzun binanın tepesine çıkıp kendini aşağı atmak mı?" İşaret parmağımı uzatıp başımı iki yana salladım. "Denedim ama kanallar henüz ölemiyor..."
"Sen ölümsüz müsün!?" Sesini yükseltip lafımı kesti. "Ölümsüz demezdim. Daha çok kendimi öldüremiyorum. Doğal yollarla bu rezil dünyayı terk etmek zorundayım." Ya da geri gelmek diye kendi kendime ekledim.
"O zaman ne? Ne iyi gidiyor?" Geriye yaslanıp çantasından telefonunu çıkardı. "Kaliteli bir wagyu ve barbekü."
Yolun geri kalanı radyodan gelen kısık müzikler haricinde sessizdi. İlk defa biriyle birlikte çalışıyordum. Üstelik uzun bir aradan sonra kurduğum en sürekli iletişimlerimden de birini yaşıyordum.
Şehirin içinden devam ettik ve giderek binaların yerini alan ağaçların ve uçsuz bucaksız boş düzlüklerin olduğu yollara ilerledik. Uzaklaşmayı seviyordum özellikle hafta sonları. Herhangi bir amaç olmaksızın veya bir Garez tepemde değilken dolaşmayı. Birkaç gündür rahatsız edilmemenin keyfini tabii ki de çıkaracaktım.
"Eee boş zamanlarında ne yapmaktan hoşlanırsın?" Elimle direksiyonun üstünde ritim tutup güler bir yüzle cevap vermesini bekledim ama sanırım biraz fazla bekledim. Göz ucuyla ona bakarken hala telefonuyla uğraştığını fark ettim. Tekrar konuşma başlatmayı düşündüm ama ilk sorum cevapsız kaldığı için çekindim.
Çevremde çok tanıdığım grup yoktu. Bildiğim tek ikili çalışan ekip Bayan Jung ile ilk tanıştığım andan itibaren gördüğüm Jeongin ve Hyunjin'di. Sonunda birlikte çalışabileceğim bir psişik bulduğum için oldukça sevinmişlerdi.
Belki burada olsalardı durum daha iyi olurdu. Ama bir Garezin peşinden giderek Seul'ün dışına çıkmaları gerekmişti. Tabii telefonda bana saatlerce nasihat verip onu yakından tanımamı tavsiye etmişlerdi. Onlar için söylemesi kolaydı. Sonuçta beni tanımadan önce de arkadaşlardı. Üstüne üstlük dört yıllık sevgili.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Tatlı Kabuslar ✔️ (Minsung)
FanfictionÇocukluğundan beri asla görmemesi gereken şeylerle yaşayan Jisung peşinde sürüklediği intikam hırsıyla yanıp tutuşan bedenler tarafından yutulmak üzereyken ideallerine oldukça bağlı sıradan bir hayat yaşayan Minhoyla karşılaşır. - D*z yazı annecim b...