Varlığım belirsiz bir çizgi üzerindeydi. Sürekli geriye doğru düşüyor gibiydim. Rüzgar sesi kulaklarımı dolduruyor sert esinti artık tenimi kesiyor her uzvum yanıyordu.
Kırmızı ve siyah. Görebildiğim tek renkler bundan ibaretti. Sadece ara sıra bir flash gibi patlayan yıldırım beni kör ediyor kısa süre sonra gelen gürültü kemiklerimi kadar her yeri sarsıyordu.
Gözlerimi her açmaya çalıştığımda etraf bulanıktı. Her denememde farklı şeyler görüyor ama anlamlandıramıyordum. Sürüklediğimi ve bir yerden başka bir yere birkaç defa taşındığımı hissettim.
Zaman kavramımı yitirmiş bedenime olan aitlik duygumu kaybetmiştim. Havada süzülen bir bulut kadar hafif benliğimi saran tüm bu sıkıntı yüzünden dibe çökecek kadar ağırdım.
Bu yüzden sonunda çevremi algılayabilecek hale geldiğimde gözlerimi de açmamam gerektiğini fark ettim. Sıradan görüşüm burada işe yaramıyordu. Etrafım buğulanıyor gözlerim hemen acıyıp batmaya başlıyordu.
Yavaşça ellerimi ve ayaklarımı hissettim bağlı değildim onları oynatabiliyordum ama sanki bedenimden ayrılmaya karar vermişler gibi varlıkları belirsizdi.
Üçüncü gözümle bakmaya cesaret edebilecek kadar kendime güvenmem bana göre uzun bir süre aldı. Dev bir fırtınanın içerisindeydim. Sanki bir hortumun tam ortasına düşmüşüm gibi saçlarım savruluyor kafamı zar zor yukarıda tutuyordum.
"Az kaldı çok az kaldı..." Konuşan kişinin sesi fırtınaya rağmen netti. Kulaklarımın hemen dibinde hatta zihnimin içindeydi. Onu biraz uzağımda gördüm. Yan bir şekilde havada asılı duran dev bir kaya parçasının üzerindeydi.
O benim aksime rüzgardan etkilenmiyor önündeki geniş taş yapının üzerine dizili mumlar ve çeşitli renkli sıvılarla uğraşıyordu.
Kendime geldikçe yaptığım ilk şey çırpınmak oldu. Bu sayede belimden bir direğe bağlı olduğumu fark edebildim. Üstelik ben de havada ve farklı bir kayanın üzerinde fakat ona göre baş aşağı şekilde duruyordum.
Bu durum midemi bulandırmalı tek bir yere akan kanımın başımı çatlacak kadar bana rahatsızlık vermesi gerekiyordu. Ama bunların hiçbiri yoktu. Çünkü ben de yoktum.
Bulutlu şeffaf bir beyazlığa sahip ten rengim belirsizce parıldıyor kolumun arkasından ileriyi görebiliyordum. "Uyandın mı!?" Adam keyifli bir şekilde konuştu. Görüntüsü artık Seo'ya benzemiyordu.
Kısa kumral saçlı ve kirli sakallı en fazla kırklarında yabancı bir adamdı. Üzerinde uzun koyu kırmızı cübbe taşın üzerinde bana doğru yürüdüğünde rüzgara kapılıp hareket etti.
Elini yukarıya doğru kaldırdı ve kendine çekti göz açıp kapayıncaya kadar ani bir hızla ona sürüklendim. Birkaç salise bile geçmeden tam olarak dibinde ama hala baş aşağı bir şekilde tepesindeydim.
"Biran partiyi kaçıracak kadar uyuyacağını düşündüm." Geriye dönüp tahta masanın üzerinde açık duran devasa kitabın önüne gitti. "Bunu ayarlayabilmek için asırlardır uğraşıyorum..." Başını geriye çevirdi ve gözlerimin içine baktı. Suratındaki bu manyak gülüş ve gözlerindeki deli pırıltısı beni hasta hissettirdi. "Birkaç dakika daha bekliyebilirim."
Kitabın üzerindeki harfler kırmızı bir renkle parıldadı keyifle gülüp anlayamadığım birkaç şey söyledi. "Tüm o aptallar..." Göz altından beni izledi. "Kendi kuyruklarını kovalayıp durdular... ama sen..." Hızlı bir şekilde dibimde bitti sanki yürümek yerine süzülüyordu.
"Yıllarca senin gibi bir görünün doğmasını bekledim." Elini yüzüme doğru yaklaştırdı. "O bunak kadın araya girip görüşünü kilitlemeseydi!" Sinirle konuşurken parmakları alnımda üçüncü gözümün üzerinde durdu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Tatlı Kabuslar ✔️ (Minsung)
FanfictionÇocukluğundan beri asla görmemesi gereken şeylerle yaşayan Jisung peşinde sürüklediği intikam hırsıyla yanıp tutuşan bedenler tarafından yutulmak üzereyken ideallerine oldukça bağlı sıradan bir hayat yaşayan Minhoyla karşılaşır. - D*z yazı annecim b...