Can Bartu tesislerinin önündeydim. 5 yıl öncesine kadar yuva dediğim o yerde. Çocukluğum aklıma geliyordu buraya gelince. Ne de olsa en güzel günlerimin sahibiydi burası.
İçeri girdiğim gibi tanıdık o koridorlarda gezinerek soyunma odasına gittim. Hızlıca antrenman kıyafetlerimi giydim ve saçımı topladım.
Okuldan çıktığım gibi buraya geldiğim için saat daha erkendi. Ben de kendi kendime antrenman yapmaya karar verdim.
Evet, çok üşengeç olduğum doğruydu. Ama futbol konusunda bu böyle değildi. Zaman bulduğum her anı çalışmaya ayırabilirdim. Hayalimin peşinden koşmak, bana keyif veriyordu.
Tam tahmin ettiğim gibi sahada kimse yoktu. Kendime bir top buldum ve ısınma hareketleriyle başladım. Sakatlanmaktan ölesiye korkuyordum. Tarihin en iyi futbolcusu bile olsan bir sakatlık senin sonun olabilirdi. Bence bunun için en iyi örnek Ronaldo'ydu. Bu yüzden hiçbir zaman tamamen ısınmadan başlamazdım.
Şut çekme çalışması yapmaya karar verdim. Topu penaltı bölgesine koydum ve biraz geriye çekilip koşmaya başladım. Sol ayağımın içiyle topa vurduğumda top filelerle buluştu. Bunu birkaç kez daha tekrarladım. Sonrasında ise armamdan bir alkış sesi geldi.
Dominik Livakovic
Onu görünce yine heyecanlanmıştım. Almak için aylarca uğraşmıştık. Şimdiyse gelmiş beni alkışlıyordu. Heyecanlanmamak mümkün müydü ki?
İngilizce konuşmaya başladı.
"Top hakimiyetini sevdim. Ama kalede kaleci yokken deden de atar"
Ona dedem zaten atıyordu demek istemiştim. Fakat Livakovic'e kapak yapmak aklımdan geçen en son şey olabilirdi.
"O zaman bir de kaleci varken deneyelim" dedim ve elimle kaleye geçmesi için işaret ettim. Sırıttı. "İşte beklediğim performans" dedi ve eldivenlerini giyerek kaleye geçti.
Livakovic'i çok izlemiştim. O gerçekten de mükemmel bir kaleciydi. Taktiğini bir çok kez çözmeye çalışmıştım, ama başarısız olmuştum. Zaten mükemmelliği de buradan geliyordu.
Çıktığım maçlarda çoğu zaman sol ayağımla vururdum. Fakat karşımda çoğu maçtaki gibi bir kaleci yoktu. Süper ligin en iyi kalecisi vardı. Bu yüzden sağ ayağımla vurmayı tercih edecektim.
Topu koyup geriye çıktım. Onun da hazır olduğunu görünce koştum. Sağa doğru vuracakmış gibi yaptım fakat sola doğru sağ ayağımın dışıyla vurdum.
Beklediğim gibi sağa doğru atlamadı. Zihnimi okumuş gibiydi. Top ellerinin arasında kalınca nefesimi verdim. Normal bir kaleci gibi olmasını beklememiştim herhalde. Dzeko onun topları mıknatıs gibi topladığını söylemişti. Haklıymış. Yine de hırs benim göbek adımdı. O top rüzgâr gibi gidip filelerle buluşmadan bu sahadan çıkmayacaktım.
"Bir daha" dedim hırsla. Gülümsedi. Hiçbir şey demeden topu bana geri attı. Bu sefer kendi şeklimi yapacaktım. Sonuç olarak beni Rüzgâr'ın kızı yapan bu vuruştu. Sol ayağımın içi.
Topu yere koydum ve geriye çıktım. O sırada arkadan ayak sesleri gelmeye başlamıştı. Takım sahaya giriyordu. Yanlarında İsmail Kartal vardı. Bana büyük bir ilgiyle bakıyordu. Derin bir nefes aldım ve koşup topa vurdum. Hızıme ben bile ayak uyduramayıp yere düşmüştüm.
Kaleye baktığımda Livakovic yerdeydi. Top ise filelerle buluşup yere düşmüştü. Zafer, belki de bu dünyada beni en çok mutlu eden şeydi.
Livakovic bana sırıtarak bakıyordu. Bu zaferim onu da mutlu etmiş gibiydi. İşte bu şaşırtıcıydı. Ben beni kabul etmemelerini beklerken böyle davranması beni bir miktar da olsa mutlu etmişti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Rüzgâr'ın Kızı
FanfictionYeşil sahanın üzerindeyken top ayağıma geldiğinde tribünlerdeki ses yükselmişti. Fenerbahçe taraftarı hep bir ağızdan iki kelime söylüyorlardı sadece. "Rüzgâr'ın kızı".