Neden buraya gelmiştik ki? Hayır, tabii ki buraya neden geldiğimizi biliyordum ancak kafam oldukça karışıktı. Kesinlikle birileri duygularımla oynamaya yemin falan etmişti, ya da en azından ben öyle düşünüyordum.
Okula yakın olan bir kafeye oturmuştuk ve oldukça huzurlu bir yere benziyordu. Köşedeki çocuk ağlamaya başlamaya kadar.
İç geçirdim ve beynimi iğneleyen sesi kulak ardı ederek Haneul'e döndüm. Görünen o ki çılgınca ağlayan bebeğin sesinden etkilenmiyordu.
O kendine yiyecek bir şey seçerken ben de etrafı inceledim. Aydınlık bir mekandı ve duvarlar huzur verici bir maviye boyanmıştı. (Ancak şu ağlayan çocuk her şeyi bozuyordu!) Çok büyük bir yer değildi ve masaların hepsi koyu meşe ağacından yapılma gibiydi, ya da en azından ben öyle düşünmüştüm.
Derin bir nefes aldım. Bu böyle olmayacaktı. Ne saygısız bir veletti bu böyle! Kafamı masaya vurmamak için kendimle mücadele ettim. Herkes deli olduğumu düşünebilirdi. (Aslında içimden bir ses zaten öyle düşünüyorlar diyordu.)"Ben sadece buzlu çay alacağım."
O kadar menüyü inceledikten sonra böyle bir şey diyeceğini biliyordum. Sinirden masayı kemirmeye başlamadan önce garsonu çağırmam gerektiğine karar verdim. Bana acilen soğuk bir şeyler gerekiyordu.
Elimi kaldırdım ve gel anlamında salladım. Açık kahverengi saçlı çocuk salladığım elimi gördü ve bu tarafa yöneldi. Ben bu çocuğu bir yerlerde görmüştüm sanırım. Sonradan onun okulun ilk günü yanlış sınıfa girerken bana çarpan çocuk olduğunu fark ettim. Tek kelimeyle; saygısızdı.
Eline elektronik aleti -adı neydi şunların?- aldı ve siparişimizi beklemeye başladı.
"Bir adet buzlu çay, lütfen." dedi Haneul bilekliğiyle oynarken.
"Ben de.." dedim ve fincan çay ile sıcak çikolata arasında gidip geldim. Aslında şöyle bir waffle olsaydı fena da olmazdı.
"İsterseniz bugüne özel yiyecek ve içeceklerimizi sayabilirim. Falan ve filanda indirimlerimiz var ve ayrıca blabla şeyini de rahatlamanız için önerebilirim. Ancak tamamen size kalmış, ayrıca çaylarımız da oldukça ünlüdür-"
Konuştu ve konuştu. Dediklerinin bir kelimesini bile anlamamıştım. Sabahtan beri bana ilaç ismi gibi şeyleri sıralıyordu, ben de baş ağrısından ölmek üzere olsam da bir şey diyememiştim.
"Ve ayrıca felan içeceğimiz-"
"Sus-!"
Tüm kafede oturan -tezgahtar bile- kafasını çevirip bize baktı. Amanın, fazla mı bağırmıştım.
Boğazımı temizledim: "Susamlı poğaça! Susamlı poğaça o kadar severim ki ne zaman istesem adını öylece bağırırım. En iyisi bir susamlı poğaça alayım. Hatta durun, bir değil iki olsun. Sonuçta bu susamlı poğaça, hehe."
Evet, artık resmi olarak tüm kafeye kaçık olduğumu ilan ettikten sonra kendi rezilliğimde sessizce ölmeyi bekleyebilirdim. Ha bir de şu vardı ki, hiç aç olmamama rağmen iki adet susamlı poğaça sipariş etmiştim. Tebrik ederim Amira, gerçekten.
Çocuk gittikten sonra başımı masaya koydum. Haneul'se bıyık altından bana gülmekle meşguldü. "Vay be, o kadar açsın yani," Oturduğu sandalyesinde güzelce gerindi. "Okul çıkışı yaptıkların seni fazla yormuş olmalı."
Dudaklarımı büzsem de yanaklarımın kızarmasına engel olamamıştım. O pis turuncumsu yaratığın bunu yaptığına inanamıyordum! Ellerimle yanaklarımı kapatmaya çalıştım.
"Çok tatlısınız."
"Kapa çeneni." diye homurdandım. Ayrıca yaptığı şeyi ona ödetmek için iğneleyeci sözler bulmam gerektiğini aklıma not ettim. Ancak hala şu ders çalıştırma işini düşünmem gerekiyordu. Okulda bana biyoloji hocasının nasıl baktığını unutmamıştım. Sanırım her yerde böyle gıcık öğretmenlere rastlamak mümkündü.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
orada bir seoul var uzakta
FanfictionSevgi güçlü bir duygudur. Fazla olursa adına aşk derler, az olursa da nefret.. Bense, bu iki nokta arasında kalmış masum bir kurbandım. Katilim ise turuncu bir kabustu. Bu iki taraf arasında savrulan ben, acaba ne zaman dengemi kaybetip düşecektim...