Final Part-1

467 50 11
                                    

  ? = DuHo Bakış Açısı


  Platonik sevmek.. Aslında ekseriyetle kötü bir tabir gibi kullanılsa da her zaman alışık olduğum bir kavramdı. Okulumuza transfer olduğu ilk gün onu görmemle beynimin bulanıklaşmasından bahsediyorum. Amira.. Ne güzel bir isimdi. Bana kötü biri diyebilirsiniz, hatta Kızı elde edebilmek için tüm -kötü- yolları denedi, dallama derseniz de sorun olmaz.

  Ancak inanmayacaksınız ama benim de bir sınırım vardı. Bir insanlık sınırım.

  Mesela şu an, yine Amira'yı-takip-etme-saati adı altında lunaparkta gezinmekteydim. Birazdan göreceklerim ise, pekala.. Rahatlıkla bir film sahnesi olabilecek düzeydeydi. Elimdeki sıcak olarak satılan ancak elimde uzun süre bekletilmekten buz gibi soğumuş kahveye baktım. Neden hala elimde tuttuğumu bile bilmiyordum. Telefonuma bakmayı kesip cebime yerleştirdikten sonra etrafa göz gezdirdim. Nasıl olur da kaşla göz arasında Amira'yı kaybedebilirdim ki? Hem de yanında karanlıkta parladığına inandığım turuncu saçlara sahip çocukla gezerken?

  Pamuk şekeri satan standın yanından ayrıldım ve ileride kafelerin bulunduğu bölgeye doğru yürümeye başladım. Geçerken kahve bardağını da atmayı unutmamıştım. Yavaş adımlarla tek tek masaları taradıktan sonra bir şey bulamayınca olduğum yerde durdum. Geri dönse miydim? Belki de hızlı trene tekrar binmeye falan karar vermişlerdi. 

  Biliyorum, tam bir mazoşisttim. 

  Altıncı hissimi dinleyerek ilerlemeye devam ettim ve tek dönüş yolu olan sol tarafı tercih ettim. Kafelerden uzaklaşmıştım, uzun bir yürüyüş yolu ve farklı eğlence aletlerine açılan bir alan vardı karşımda. Sadece sokak lambalarının aydınlattığı yolda yürümeye başladım. Elim cebimdeki telefona değip duruyordu. Sanki bir şeyler olacaktı da, beni bekliyorlarmış gibi hissetmiştim. 

  Araba park yerinin dışındaki benim kadar yalnız gözüken banka çöktüm. Karanlıkla yarışan saat çoktan gece yarısını geçmiş olmalıydı. Kafamı geri atıp Neden böyle olmak zorunda diye düşünürken tersten bir görüntü yakaladım. Park yerinde bir hareketlenme vardı. Daha net görebilmek için doğrulduğum anda birden başım döndü. Tabii kafamı o kadar geriye atarsam olacağı buydu. Net görmeye çabalayıp o tarafa döndüm. Arabanın kapası zorla kızın üzerine kapatılmadan önce gördüğüm tek şey, bayağı tanıdık bir sima oldu.

  Bu sefer elim otomatikman cebimde duran telefonuma gitti ve belki de hayatımda arayabileceğim en son insanı aradım.

  Gördünüz ya, sevgi insana neler yaptırıyordu.


---


  Şu an bulunduğum mekana dair size bir sürü tanım yapabilirdim. Güzel bir nehir manzarası, sessizce akan su, ay ışığının baş döndüren görüntüsü ve enseme dayalı soğuk bir namlu. Eh, biliyorum. Son kısım pek de güzel değildi ancak realist de olmamız gerekiyordu.

  Köprünün korkuluklarının dışında duruyorken bu kadar yaratıcı olabiliyordum en fazla. Ellerim arkadan bağlanmıştı ve biraz komik kaçacak ama ensem kaşınıyordu. Muhtemelen silahtan dolayıydı. 

  ''Manzaranın tadını çıkar,'' diye fısıldadı Jung kulağıma. 

  Evet, bir de o mesele var. 

  ''Bu işten o kadar kolay yırtamayacaksın,'' dedim. Sesim esen rüzgar kadar soğuk çıkmıştı. Sonuçta bu gibi durumlarda çığlık atıp çırpınmak sadece ölümünüzü hızlandırırdı, o kadar. Yani tabii ki ben de şu an çığlık atıp ölmemek için yalvarabilirdim ancak sesimi kesmemi söylemişti. Yalnız başıma olsam pek umursamazdım ancak benden yaklaşık üç metre geride duran Essy, asfalta uzanmış bir şekilde duruyordu. Baygın mıydı yoksa korkudan mı konuşmuyor derseniz en ufak bir fikrim yok. Şu an emin olduğum tek şey, enseme dayalı olan ölüm aletiydi. 

  ''Geçmişte kalmış bir olay yüzünden gerçekten de beni öldürecek misin?''

  Omuz silkmekle yetindi. Sadece- omuz- silkti. Gerçekten de bu kadar basit miydi? Ya enseme sıkacaktı, ya da beni metrelerce aşağıda bulunan soğuk suya atacaktı. İşte buna sinirlenebilirdim. Dilimin ucuna gelmiş küfürleri söylememek için dudağımı ısırdım.

  ''Peki ya o?'' Kafamı Essy'e doğru eğdim.

  ''Sadece olayı dramatikleştirmek için.'' dedi. Sanki sahne dekorundan bahsediyormuş gibi bir hali vardı.

  ''Ne bekliyorsun?'' diye sordum bu sefer. Madem öldürmeyi kafaya koyduysa neyi bekliyordu ki?

  Bana küçümseyen bir bakış attı. Yine alaylı bir şey söyleyecek sansam da birden ciddi bir ifadeye bürünmüştü.

  ''O da.. Bu köprüde intihar etmişti.''

  Tamam. Şimdi anlamıştım. Alın size intikam. Tek sorun şuydu ki, suçsuz kurban ben oluyordum.

  Tekrar önüme dönüp aşağı baktım. Birkaç santim önümde uzanan karanlık sulara baktım. Korkmamak elde değildi, belki de cidden yükseklik korkum vardı. Bundan yarım saat önce trene binmeye hazırlanırken şu an düştüğüm durumu göz önünde bulundurunca işlerin ne kadar karışabileceğini anlıyorduk. 

  Yoongi.. Kim bilir ne düşünüyordu? 

  ''Ne oldu, kabullenmiş gibisin,'' dedi kulağıma fısıldayarak. Yanıt vermedim. Aslında yüzüne tükürmeyi düşünmüştüm ama pek akıllıca bir hareket değildi. 

  ''Essy'ye zarar vermeyeceğine yemin eder misin?''

  Tatsız gülüşü beynime saplanan iğne etkisi yarattı. ''Tabii, izci sözü.''

  Neden olmasın?

  ''Bu kadar yeter,'' dedi omzumdan tutarken. Kalbim birden aşırı hızlı atmaya başladı. Belki de biraz daha manzaranın tadını çıkarırım diyordum.

  ''Bunu yapmak zorunda değilsin, mantıklı düşün,'' dedim. Belki de mantıklı düşünmesi gereken bendim. Hayatım pamuk ipliğine bağlı durumdaydı. 

  Umursamamazlıktan geldi. ''En azından önce seni vuracağım. Köprüden aşağı düşerken bir şey hissetmeyeceksin, söz veriyorum.'' 

  Aman ne kadar rahatlamıştım. 

  Silahın emniyetini açtı. Bense gözlerimi kapadım. 

  Belki de..

  Duyduğum şey bir araba freni miydi? 

  Ya da kulağımda yankılanan kan akışımın sesiydi.

  Essy bir şeyler demişti, sonra da Jung'un bağırışını duymuştum. Rüzgar iliklerime kadar işliyordu. Düzgün duyamıyordum. Jung'un dikkati dağılmış durumdaydı. Arka tarafta bir şeylere bakmaya çalışıyordu. Omzumla silaha vurup ensemden uzaklaştırdım. Ne yaptığıma dair hiçbir şey bilmiyordum. Birileri çığlık atıyordu ve o kişi ben değildim. Gözlerimi açmaya korkuyordum.

  Kulaklarımı sağır eden bir ses duyuldu. Bir silah ateşlenmişti. Boynumdan aşağı kan aktığını hissediyordum. Bu kadar mıydı? Jung'un bedeni geriye doğru savrulurken bir an için şaşırdım. Kim vurulmuştu? Ben olduğumu düşünüyordum ama bir şey hissetmiyordum. Jung düşmeden önce arkayı dönüp gözlerinin içine baktım. Neden.. gülümsüyordu?

  Son hareketini yaptı ve  beni aşağı doğru itti. 

  Sanırım bu yüzden gülüyordu. 

  Düşmeden önce turuncu bir şeyler dikkatimi çekmişti. Ne şanssızlıktı, değil mi? Ellerim bağlı bir şekilde gece göğü rengindeki sulara doğru düştüm.

  Ve hala bir şey hissetmiyordum.


Y/N: :')

orada bir seoul var uzaktaHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin