Ağzıma attığım parlak zeytini çiğniyorum. Uzun süredir gözlerim Yılan'daydı. Ağzından tek bir kelime düşmeşiti. En son "bir ay olmaz! En fazla iki hafta," demişti bana. Hala aklımda aynı soru var: Neden? Neden bir ay değil de iki hafta? Bu sorunun cevabını çok istiyorum ama Yılan' bu haldeyken ona bu soruyu soramıyorum. Hatta göz göze gelmekten bile korkuyorum.
Gözleri boşluğa odaklanmıştı. Ve saatlerce de böyle kalmaya devam ediyor. Boynu düşük, hafif sarsıntılarla kendini teselli ediyormuş gibi görünüyor. Onun bu durumda olmasının nedeni "ben"dim. Onun benimle kalması için ben zorladım. Aslında zorlamadım, zorunda bıraktım. Fısıltı ile ne yapacağını bilmiyorum ama onu bu kadar çok istediğine göre önemli bir şey olmalıydı.
Fısıltı gibi nükleer bir enerjiye ne yapsın ki bu kız? İşte içimi kemiren başka bir soru da buydu. Yani, böyle büyük bir güçte enerjiyi ne için kullanacaktı ki? Bunu pek umursadığım söylenemez. Tek istedğim şey onunla olmam. Fakat böyle değil... Eğer, şu an en büyük istediğimi yaşıyorsam... Neden kendimi bu kadar kötü hissediyorum? Sanırım bu sorunun cevabını biliyorum: Yılan'la değilim, bu "o" olamaz.
Ben Yılan'ımı istiyorum. Ve onu alacağım. Neye bedel olduğu umurumda değil. Çünkü, en büyük bedelim o! Dünyada hiçbir şey ona bedel olamaz...
Gözlerini mütamadiyen tuttuğu yerden ayırmıyor. İkinci lokması olacak zeytini ağzına götürüyor. O sırada ağzını açtığı zaman, bembeyaz dişleri parıldıyor. Nerdeyse bulunduğumuz şefaf karanlıktaki odayı aydınlatıyor. Bu kadar basit bir şeyde bile ona hayranlık duyuyorum ona. Acaba bu "aşk" mı? İşte bu noktada saçmalayamaya başladığımın farkındayım. Aşkın gerçek olup olmadığını bilmiyorum, umurumda da değil zaten. Tek umurumda olan şey: "Yılan."
Bu sessizliği öldürmezsem, o beni öldürürdü herhalde. Konuşmak için ağzımı aralıyorum. Birkaç saniye boyunca söyleyecek herhangi bir şey arıyorum, ama sonuç hüsran oluyor. Bir anda bir fikirle yüzüm gülüyor. Ama konuşmak istediğimi bir kez daha düşünmek zorunda kalıyorum, başımı kaldırdığım zaman, gördüğüm çehre yüzünden. Lafım ağzımdan fırlamak için çabalıyor, onu tutamıyorum ve bir anda kelimeler ağzımdan patlayarak fırlıyor.
"Dün akşamki sesler neyin nesiydi?"
Konuşmamla usulle bana dönüyor. Onun donuk gözleri hiçbir zaman bu kadar canlı olmuyor. Ve bu... Beni fena halde suçluluk duygusuyla eziyor. Ona Fısıltı enerjisini veresim geliyor, yeter ki bu şekilde bakma, davranma. "Sanırım radyondu," diyor. Sesi hiç olmadığı kadar titrek ve burkuk geliyor, tok ve kesin sesinden hiçbir bir iz yok. Aslında konuşması bile bir mucize.
"Peki..." diyorum sadece. Başka bir şey söylemeye kalbim dayanmaz. Daha doğrusu vereceği cevap yüzünden suçluluk duygusundan böcek gibi ezilirim. Keşke eski Yılan'ım geri gelse; sert, kendiden emin, umursamaz, savaşçı ruhu, yani bildiğin Amazon Kadını.
"Seninle geçireceğim iki hafta boyunca ne yapaçağız? Sürekli böyle mi geçecek?" İşte bunu hiç beklemiyorum. Kendiliğinden konuşacağını akıl edemiyorum. Başımı öne eğiyorum. Sertçe yutkunup ne söyleyeceğimi düşnüyorum.
Söyleyecek, daha doğrusu bu soruya cevap verecek kelime bulamıyorum. Belki de yeni bir dil geliştirmeliyim. "Nasıl geçmesini istersin?" Ağzımdan istemsizce dökülüyor bu cevap. İyiki de dökülmüş. Oldukça tatmin ediyor beni.
"Çabuk!" diye sertçe cevap veriyor, Yılan. Sanırım eski haline dönmeye başlıyordu Yılan'ım. 'Zaman'... belki de tek gereken buydu.
"Biliyor musun..?" diye lafa başlıyorum. Ona, başımdan geçenleri anlatasım geliyor. Belki, böylelikle ısınırdı bana. Heyecanlanıyorum biraz, nedendir bilmiyorum. Fakat ilk kez dertleşeceğim birini bulmuştum. Ve bu, beni enteresan bir şekilde heyecanlandırıyor. Dudaklarımı aralayıp konuşacağım sırada Yılan, sözümü kesiyor:
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KIYAMET FISILTISI
Science FictionEn son beş yıl önce bir insan yüzü görmüştü. O da bir su birikintisindeki kendi yansımasıydı. Dehşet verici bir radyoaktif felaketten sonra mutasyona uğrayan dünyada kendi kanınla boğularak ölmeyi mi tercih edersin? Yoksa asit yağmurlarında erimeyi...