Notfall ilginç bir şekilde benden silahımı almamaştı. Silahıma uzanıp Taner'in ateşine karşılık veriyorum. Birkaç el ateş ettikten sonra Taner yere yığılıyor. Hemen Amir'e dönüyorum içimdeki büyük korkuyla. Amir'in yığıldı yer kana bulanmış vaziyette. Amir'in yüzünü avuçlarımın arasına alıp "Amir! Kendine gel!" diyerek sarsıyorum Amir'i. Ama ne yazık ki kendine gelemiyor. Kurşunun girdiği yeri incelemeye başlıyorum. Kurşun Amir'in sırtından girmişti. Umut ediyorum ki kaburga kemiklerine ve herhangi bir iç organına zarar gelmemiştir.
Amir'in koltuk altına girip derhal uzaklaşmaya çalışıyorum buradan çünkü silah seslerini işiten Notfall buraya gelmekte zaman kaybetmeyecektir. Ben Amir'in iri bedenini zorlana zorlana taşırken bir yandan da "Dayan Amir! Altı üstü bir Ak-47 kurşunu, bir zararı dokunmaz, hele ki sana!" diyerek baygın olan Amir'i motive etmeye çalışıyorum.
Nereye gideceğimi hiç bilmiyorum. Büyük ihtimalle Notfall peşimdedir. Üstelik benden kat ve kat iri olan Amir'i taşımak yeteri kadar zorken. Karnımın guruldamasından bahsetmiyorum bile... İnşallah radyonlar kanın kokusu almıyorlardır. Aksi takirde hayatta kalmamıza olanak yok.
Notfall'dan yeteri kadar uzaklaştıktan sonra eskimiş, yıkılmış bir beşeri yapının dibinde mola veriyorum. Amir oldukça fazla kan kaybetmişti. İşte bu canımı çok yakıyor: Amir'in benden ayrılması... Lan birkaç gün önce, hatta birkaç saat önce Amir'i kovmuştun, onun kalbini kırmıştın. Şimdi ise onun gitmesinden mi endişe ediyorsun!
"Kapa çeneni! Yalnızca onun güvenliği için yapmıştım her şeyi. Ve şimdi ne olduğunu görüyorsun! Onu korayamadım... Benden uzak tutamadın..." diye iç sesime cevap verip başımı dizlerimin arasına alıyorum. Kollarımla da iyicene başımı sıkıştırıyorum dizlerimin arasında. Gözlerimden iri iri yaşlar süzülmeye başlıyor.
"Kimi koruyamadın..?" diyor zar zor çıkan bir ses. Başımı olduğu yerden çıkarıp Amir'e bakıyorum. Amir yarı baygın bir şekilde bana bakıyor. Ben de şaşkınlıkla ona.
"Amir!" diye bir çığlık atıyorum. "Yaşıyorsun, öylesine korkmuştum ki!" diyerek Amir'in göğsüne yaslanıyorum.
"Ak-47 kurşunuyla ölecek adam mıyım be?" diyor. Sonra aklına bir şey gelmiş gibi ikinci cümlesini kuruyor: "Ayrıca... Sen neden benim ölümümden endişe duyuyorsun ki? Sen sürekli olarak yanından kovmaya çalışıyordun? Onu geçtim, yanlış mı görüyorum yoksa bana sarılıyor musun?"
Utanarak yüzüm yere düşüyor. "Orası uzun bir konu. Sana sonra anlatırım. Ve evet, yanlış görmüyorsun."
"Peki... Ah! Bu kurşun beni öldürmedi ama cidden canımı okudu. Sırtımı paramparça hissediyorum. Her kıpırdayışımda sırtıma sanki yüzlerce kılıç giriyor. Nefes almak bile canımı yakıyor..." diyor Amir.
"Sen ölmediğine şükret," diyorum neşeli bir sesle. Amir'in neşelenmesini istiyorum çünkü.
"Peki ne yapacağız şimdi? Benim kıpırdayacak halim yok, ciddi bir şekilde yaralandım. Nereye gideceğiz? Daha doğrusu nereye gideceksin?"
"Ne demek 'gideceğim'..? Beraber gideceğiz!" diyorum sert bir ses tonuyla.
"Üzgünüm Yılan ama bu pek mümkün değil. Şimdi derhal benden uzaklaş!" diyor Amir yüksek bir sesle. Ben ise doğrularak:
"Hayır efendim! Ben sensiz bir adım bile atmam!" diyorum. Ve Amir'in koltuk altına girmeye çalıştığım sırada Amir beni sert bir şekilde itiyor. Doğrusu bunu hiç beklemiyordum.
"Hayat ne kadar da enteresan, değil mi? Daha dün bile değilken sen beni kovuyordun. Şimdi ise ben seni kovuyorum," diyor Amir.
"Benim senin kovmamdaki amacın seni Notfall belasından uzak tutmaktı. Ama beni dinlemedin ve başına bu geldi. Şimdi sıra bende... Bu sefer de ben seni dinlemeyeceğim!" diyorum gür bir sesle. Amir olmadan gitmemekte bayağı ısrar ediyorum.
Amir bana sinirli sinirli bakıyor. Tabii bunun benim üstümde pek bir faydası olmuyor. Bir müddet sonra Amir'in öfkeli bakışları yerini umursamazlığa bırakıyor. "Peki, sen kazandın. O halde beraber ölürüz!"
"Benim için hava hoş," deyip gülümsüyorum. Ve Amir'in yanına uzanıyorum. Bir süreliğine sessizlik hakim oluyor etrfa. Bir süre sonra konuşmaya başlıyorum: "Biliyor musun? İlk karşılaştığımızda senden bir an önce uzaklaşmak istiyordum. Çünkü benim insanlarla aram hiç iyi değildir. Hatta bu olaylar başladıktan sonra daha da kötü oldu. Notfall denen saçma sapan bir örgüt tarafından rehin düştüm. O örgütün eline nasıl düştüğümü hiç hatırlamıyorum. Çünkü bu olayların patlak verdiği zamanda bir kaza geçirdim. Hafızamı büyük ölçüde kaybettim. Ailemi bile hatırlamıyorum. Beni tedavi etmeye çalışan bir doktor bunun geçici olduğunu, bir süre sonra her şeyi hatırlayacağımı söyledi ama beş yıl geçti hâlâ değişen bir şey olmadı. Her neyse, Notfall fısıltı denen şu maddeyi arıyordu. Bunun en iyi yolunun da dışarıya insanlar gönderip onları aramak için görevlendirmekti. Tabii özellikle de radyonlardan tırsan insanlar dışarıya çıkıp fısıltıyı aramaya cesaret edemedi. Notfall bu yüzden esirlerini kullandı. Esirlere, yani bizlere etkisini uzun sürede göstermeyen bir zehir enjekte etti: monatlik. Fısıltıyı bulana panzehiri vereceklerini söylüyorlardı. İşte bu yüzden senden fısıltıyı istiyordum."
"Eğer bunu en başından söyleseydin sana hemen verirdim," diyor Amir.
"Seni Notfall'a bulaştırmak istemedim," diyorum.
"Bulaşmayacaktım zaten. Notfall kendi yoluna, biz kendi yolumuza..." diyor Amir.
"Amir! Notfall insanlara değer verir. Sağ insanlar onlar için kusursuz bir denektir. Hatta bu yüzden insanları avlamakla görevli bir suikastçileri var!"
"Suikastçi mi? Nedense bunu dedin de seninle ilk karşılaştığımız zamanlarda bana sniper ile ateş eden biri geldi aklıma. O sırada bir radyonla kapışıyordum. Doğrusu o suikastçi benim hayatımı kurtardı,"
"Ne!" diyorum hayretle. "Suikastçiden kurtuldun mu? Onun metrelerce uzaktan bir karıncayı dürbünsüz vurabildiği bile söyleniyor. Ben Notfall karargahında esirken onu görmüştüm bir ara. Ayaklarından vurduğu bıraktım insanları getirmişti. Adam ufak tefek biriydi ama insanın ruhunu donduran bir yüzü vardı. Daha doğrusu maskesi. Yüzünün radyolarla mücadele ettiği sırada parçalandığı söyleniyor. Bu yüzden bir çeşit bezle yüzünü sarıyor..."
"Tamam tamam... Anladım," diyor Amir sözümü keserek.
"Bence de yeterli bu. Aman... Ben sana başka bir şey diyecektim. Baksana, konu nerelere kadar gelmiş!" diyorum alnıma bir hafif bir şaplak atarak. Seninle ilk karşılaştığımda senden kurtulmak için her şeyi yaptım. Sonra fısıltı için peşinden süründüm. Seninle geçirdiğim süre boyunca oldukça farklı biri olduğunun farkına vardım. Eskiden olsa pek çok erkek güçlü olduğunu göstermek için dik durardı. Yani sana attığım yumrukları onlara atsam bir şey olmamış gibi davranırlardı. Ama sen tam tersini yaptın. Bunun yanında anlatamadığım ama hoşuma giden pek çok özelliğin..."
"Ayrıca yakışıklıyım ha... Değil mi? Beğendiğin diğer bir özelliğim de bu herhalde," diyor Amir. Bunun üzerine kıkırdayarak gülüyorum.
"Evet... Sevdiğim bir özelliğin de bu: egoist birisi olmayı beceremiyorsun..." Soluğumu boşaltarak: "keşke herkes senin gibi olsa..."
"Kimse kalmadı ki benim gibi olsun?" diyor Amir.
"Hayır Amir... Sandığından çok daha fazla kişi var bu dünyada." Bu cümlemden sonra etrafa bir sessizlik hakim oluyor. Sonra da bu sessizliği Amir bozuyor:
"Şimdi sen bana aşık olduğunu falan mı söyledin?" diyor Amir.
"Hayır... Ben sana asla aşık olmam." diyorum. "Sana sevdalandığımı söylüyorum.
_________________
BÖLÜM SONUUzun bir aradan sonra herkese yeniden selamlar. Bölüm gecikti ama nedenlerini biliyorsunuz. İnşallah zevkle okuduğunuz bir bölüm olmuştur. Her ne kadar olaysız geçse de... "Sağlıcakla kalın" demeden önce söylemem gereken bir şey var: kahrolasıca terör belası yine can aldı. Sivil ve asker şehitlerimiz var. Dualarınızda onları eksik etmeyin. Onlar biz rahat uyuyalım diye kar kış demeden nöbet tutuyorlar. Bizim çocuklarımız yetim kalmasın diye kendi çocuklarını yetim bırakıyorlar. Ve o çocuklar yetim değildir. Bu vatanın çocuklarıdır! Allah, Mehmetçiklerimizi her daim koruyup kollasın.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KIYAMET FISILTISI
Science FictionEn son beş yıl önce bir insan yüzü görmüştü. O da bir su birikintisindeki kendi yansımasıydı. Dehşet verici bir radyoaktif felaketten sonra mutasyona uğrayan dünyada kendi kanınla boğularak ölmeyi mi tercih edersin? Yoksa asit yağmurlarında erimeyi...