Geceyi geçirdiğimiz kayalıkları arkamızda bırakarak, yürüyoruz önümüzdeki, nihayeti müphem yolda. Aslında yol falan yoktu. Ölen dünya, kendisiyle beraber her şeyi küllerin altına gömmüştü. O yüzden her şeyi yeni baştan yeryüzüne çıkarmak zorunda kalmıştık.
Yılan'la aramda yaklaşık bir metrelik bir mesafe var. Ona biraz yaklaşmak istesem, ya yana kayarak benden uzaklaşıyor, ya da hızını düşürerek arkamda kalıyor. Ona en fazla bir metre yaklaşabiliyorum. Eğer bu sınırı geçersem, bakışlarıyla uyarıyor ve benden uzaklaşıyordu. Bu uyarıları görmezden gelmek mümkün değil.
Kulağımı çekirge ya da cırcır böceklerinin çınlamaları, çızırtıları dolduruyor. Uzun süre önce sinir olduğum bu ses şimdi bana çok yabancı geliyor. Sanki ilk defa duymuş gibiyim. Bir ara nefret ettiğim bu ses, şimdi hoş bir melodi olarak işitiyorum. Belki de eski dünya köreltmişti beni yalancı maskesiyle. Ama şimdi, ne bir maske, ne de beni köreltecek herhangi bir şey kalmamıştı. Aslında hiçbir şey kalmamıştı. Sadece artıklar... onların da pek kalacağını zannetmiyorum.
Dilim sürekli olarak dudaklarımın etrafında dönerek nemlendiriyor dudaklarımı. Sanırım içtiğim su yetmemişti bana. Ama yetinmeliydim, başka çarem yoktu.
"Umarım fısıltıyı almaya gidiyoruz..." diyor Yılan somurtkan bir sesle. Yürüyüşümü bozmdan Yılan'a çeviriyorum yüzümü. Yılan, yüzünü bana çevirmede, yalnızca gözlerini bana çevirerek bakıyor. Bir süre öyle bakıştıktan sonra içimde hapsettiğim gülümseme arzusu bir kıkırdamayla patlıyor.
"Yolu senin belirlediğini sanıyordum," diyorum kıkırdayarak. Yüzümü tekrar önüme çevirdiğimde, son gördüklerim Yılan'ın havaya fırlayan kaşları oluyor. Bir müddet sonra sadece benim adımlarımın temposu geliyor kulağıma. Yılan durmuştu. Ben de duruyorum ve usulle arkamı dönüyorum.
Yılan'a dönerken bu sefer yüzümde en ufak bir tebessüm yoktu. Yılan'a döndüğümde bana kilitlenmiş olan alev saçan gözlerini, birbirine sürtüğü dişlerini ve bununla beraber çıkan dişlerin birbirine sürtünme sesi kulağımı kanatacak gibi oldu. Kasları sinirden titriyor, bir eliyle tutmuş olduğu çanatsının kolunu sıkıyor, boş olan eliniyse sımsıkı sıkarak yumruk yapıyor.
Her an üstüme atlayacak ve beni parçalara ayıracakmış gibi duruyor. Onun sınırlarını fazla zorluyorum ama bunu kasıtlı olarak yaptığım söylenemez. Dışardan kasıtlı yapıyormuşum gibi görünüyor olabilir ama bunlar, sadece gerçekleri saklamak için yaptığım bir numara.
"Bana fısıltının yerini söyleyecek misin? Yoksa seni parçalara ayırmamı mı istersin?" Sesi sanki yapay zekaya sahip bir robottan çıkıyormuş gibi ruhsuzdu.
"Ah be Yılan'ım! Ölümden korksaydım, hiç sana sarılır mıydım? Hayatım senin ellerinde zaten. Daha doğrusu dişlerinin arasında. Beni ölümle tehdit etmen çok yersiz. Zaten benimle işin bittiğinde yapmayacağın bir şey değil mi..? Ha bugün, ha yarın!" Uzun süreli konuşmamdan sonra derincene bir nefes alıyorum.
Yılan'ın biraz sakinleşmiş gibiydi. Belki de söylediklerim etkilemiştir onu. Yılan'a çektirdiğim bunca uğraştan sonra Yılan'ın bir gün patyacağı kesin idi. Eninde sonunda ölürecekti beni. Bir yılanı kuyruğundan yakalayıp durmadan onu sallayıp, döndürüp, çekiştirdikten sonra o yılanı bıraksam, öyle bir şey olmamış gibi çekip gideceğini katiyen beklemiyorum. Bana dönüp ısırarak öldürürdü beni. En iyisi Yılan'ın kuyruğu avucumdayken bunun tadını çıkarmak olur.
"Ne zırvalıyorsun sen?" diye tıslıyor. Yılan her an patlayacak bir bomba gibi görünüyor. Sanırım bu bombayla daha fazla oynamamalı ve onu sakinleştirmeliyim.
"Tamam tamam," diyorum. "Kızma hemen, sana fısıltının nerede olduğunu söylemekle kalmayacağım, aynı zaman kendi ellerimle sana vereceğim. Lakin bana karşı yine bir hainlik yaparsan fısıltıyı ancak hayal edebilirsin!" Son sözlerim oldukça katı çıkmıştı. Adeta kelimeleri taş gibi yüzüne fırlattım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KIYAMET FISILTISI
Science FictionEn son beş yıl önce bir insan yüzü görmüştü. O da bir su birikintisindeki kendi yansımasıydı. Dehşet verici bir radyoaktif felaketten sonra mutasyona uğrayan dünyada kendi kanınla boğularak ölmeyi mi tercih edersin? Yoksa asit yağmurlarında erimeyi...