"Daha ne kadar var?" diyorum bitkinlikle.
"Az kaldı..." diyor Kaan; yine!
"Bu 'az' tam olarak ne kadar?"
"İşte vardık," diyor Kaan. Etrafıma bakınıyorum. Hiçbir şey göremiyorum.
"Eee..? Bahsettiğin grubun nerde? Burada hiçbir şey yok."
Kaan dizlerinin üstüne çöküp yeri okşamaya başlıyor. "Oldukça sabırsız olduğunun farkında mısın?" Kaan yerdeki bir şeyi tutup kuvvetlice çekiyor ve o sırada toprak havalanıyor... Sonrasında ise tahta kapağın üstündeki toprak dökülerek neyin ne olduğunu anlamamı sağlıyor. "İşte burası hanımefendi... buyurmaz mısınız?" diyor Kaan alaylı bir ses tonuyla. Aşağıya inen basamakları teker teker iniyorum... Bodrum gibi bir yer olmasına rağmen fena etkiliyor beni. Birkaç çıplak ampulle aydınlatılan bu yer oldukça kasvetli ama bir o kadar da güvenli görünüyor ve sıcak.
Ben hayretle etrafı incelemeye devam edereken bir anda birkaç kişi çıkıyor karşıma. "Kaan..." Beni gördüklerinde affalıyorlar. Onlar da, ben de şaşkınlıkla birbirimize bakıyoruz. "Kaan? Bunlar kim?" diyor esmer olan, otuzlu yaşlarında olan kadın.
"Zeliha, Amara'yı hatırlamadın mı?" diyor Kaan.
İsminin 'Zeliha' olduğunu öğrendiğim kadını şöyle bir süzüyorum. Hafiften kısa, uzun saçlı, dik duruşlu bir kadındı. Bu kızı hatırlamam pek uzun sürmüyor. Notfall'dan kaçış planında Kaan'la beraber kilit rol oynamıştı. Oldukça becerikli bir kadındı. Lakin o zamanlar benim Kaan dışında pek fazla kişiyle yakınlık kurmamdan ötürü onun beni hatırlayacağını sanmıyorum.
"Hatırladım!" diyor Zeliha, resmen içimden geçenleri okuyup beni terse yatıran bir cevap vererek . "Peki şu çocuk ta kim?" diyor Amir'i işaret ederek. Kaan tam cevap vereceği sırada Amir kan kusuyor. Ben panikleyerek Kaan'dan yardım istiyorum. Kaan da hemen Amir'i taşıyanlara "Çabuk olun, hemen onu sırt üstü bir şekilde yatağa yatırın!" diyor.
Kaan'la beraber iki adam koşarak bir yerlere gidiyorlar. Ben de peşlerine takılıyorum. Amir'i bir odaya soktuktan sonra Kaan da içeriye giriyor. Ben de tam içeriye göreceğim sırada Kaan beni engelliyor. "Senin dışarda kalman daha uygun olur Amara!" diyor Kaan. Ben her ne kadar karşı çıksam da Amir'i taşıyanlardan birisi dışarı çıkıp beni tutuyor. Kaan da sertçe kapıyı kapatıyor. Girdikleri odaya bakan bir pencere sayesinde onları izleyebiliyorum.
Beni tutan kişiden her ne kadar kurtulmak için dirensem de bir türlü olmuyor. Adamın kolları oldukça kuvvetli. Ben de pencereden onları izlemekle yetiniyorum. Direnmeyi bıraktığım için adamın da kolları gevşiyor. Elimi Amir'le aramızda olan cama koyuyorum. Cam ses geçirdiği için içerideki konuşmaları rahatlıkla duyuyorum:
"Hüseyin, sen nabzını kontrol et arada sırada. Ben kurşunu çıkaracağım." Kaan'ın bu söyledikten sonra Amir'in sırtına makas gibi bir şeyi sokuyor. O anda Amir acıyla inliyor ve titriyor.
"Nabzı oldukça yavaş ama bu şekilde değil de bu kadar çok hareket etmekten gidecek," diyor adının 'Hüseyin' olduğunu öğrendiğim adam.
"Kıpırdamamasını sağla! Bu sekilde giderse onu felç bırakabilirim. Kurşun, omuriliğe çok yakın!"
Hüseyin'le Kaan arasında geçen konuşma beni giderek korkutmaya başlıyor. Kalbim göğüs kemiklerimi kırıp dışarıya firlayacakmışçasına atıyor! Burada onları öylece izleyip dua edemem. Bir şeyler yapmam gerekiyor! Ama ne yapabilirim ki! Tıp hakkında zerre kadar bilgim yok... Bu şekilde çaresiz olduğum için gözlerimden iri iri damlalarla gözyaşı akmaya başlıyor. Ardından kalbimin derinliklerinden bir ses geliyor: "Tıp hakkında bir bilgin olmayabilir ama bana ciddi manada güç veriyorsun!"
Başımı kaldırıp Amir'e bakıyorum. Benim şu an onun yanında olmam gerekiyor! Ona güç vermem gerekiyor. Ani bir şekilde kapıya koşup içeriye dalıyorum. Beni tutan kişi peşimden gelmeye çalışsa da başaramıyor. Kaam ve Hüseyin şaşkınlıkla bana dönüyorlar.
"Amara'yı dışarıda tutmanı söylemiştim, Hasan!" diye kızıyor Hasan'a Kaan.
"Kaan! Lütfen Amir'in yanımda olmasına izin ver... Bir zararım olmaz. Lütfen..." diyorum acıklı bir ses tonuyla. Kaan bana bakıyor bir süreliğine. Hasan beni tutup götüreceği sırada, "Bırak kalsın," diyor Kaan. Belkide son zamanlarda beni en mutlu eden iki kelime oluyor bu.
Amir'in yanına gidiyorum koşar adımlarla. Onun elini avuçlarımın arasında alıyorum. Onun zeytin gözlerine bakıyorum. Amir de yüzünü kaldırdığında göz göze geliyoruz. Onun gözlerini izlemeye başlıyorum. Uzun süre boyunca izleyebilirim onun o güzel gözlerini. Bir yandan da Allah'a dua ediyorum. Bir anda Amir'in yüzü düşüyor. Panikle başımı Kaan'a çeviriyorum: "Ne oldu? Yoksa..?"
Kaan, makası ve ucundaki kırmızıya boyanmış olan kurşunu gösterip "Başardı," dediğinde üstümden büyük yük kalkıyor. Soluğumu kuvvetlice salıveriyorum. "Daha önce hiç böyle bir şey görmedim. O kadar çok kıpırdıyordu ki başarabileceğimi hiç sanmıyordum. Ama sen gelip onun elini tuttuğunda kıpırdamayı kesti. Narkoz verseydik bile bu şekilde hareketsiz kalmazdı. Ama işimiz burda bitmedi. Oldukça fazla kan kaybetti. Kan vermemiz gerekebilir."
"Ben veririm, ama Amir'in kan grubunu bilmiyorum." diyorum.
"Bilmene gerek yok. Hayatta kalan herkesin kan grubu aynı."
"Ne?" diyorum şaşkınlıkla. "Bu nasıl oluyor? Tesadüf olması pek mümkün değil."
"Değil zaten. AB grubuna sahip kişiler kendi kanlarıyla boğuldu. A ve B grubundakiler ise mutant yarattıklara dönüştü ve 0 grubundakiler etkilenmedi." Pek bilimle ilgilenen birisi değilim ama Kaan'ın söyledikleri beni oldukça etkiliyor.
"İyi de neden?"
"Bilmiyorum... Araştırmalarım hep bunu gösteriyor. Hatta gel sana da göstereyim." diyerek bir masaya gidiyoruz. Masada çeşitlili şişeler ve filmlerdeki gibi çeşitli deney malzemeleri var. "Hafızan hâlâ düzelmedi herhalde?"
"Hayır. Hâlâ pek çok bilmem gereken şeyi hatırlamıyorum ama çok gereksiz bilgiler hâlâ kafamda duruyor."
"O kafandaki gereksiz bilgiler arasında kan grubunu belirleme de duruyor mu?" diyor Kaan.
"Hmm... Evet. Lisedeyken yapmıştık. Kan damlalarının üzerine birtakım sıvılar döküyorduk. Çökelme gibisinden terimler vardı."
Kaan, Amir'de çıkardığı kurşunun üstündeki kanı bir tepsiye damlatıyor. "Bir şeyler hatırlıyormuşsun. Bak şimdi, bu Amir'in kanı. Şimdi bu kanın üstüne B ve A antijeni damlatacağım ve ikisinde de çökelme olacak çünkü kanında her iki antijen de var." diyerek birinci şişedeki kanı damlatıyor. "Gördüğün gibi A antijeninde çökelme yaşandı. Şimdi de B antijenini damlatıyoruz." Kaan'ın ders anlatır gibi anlatması uykumu getiriyor. "Nasıl olur!" Kaan birden bir bağırdığı için ödüm kopuyor.
"Ay... Ne oldu?"
"Çökelme olmadı!" diyor Kaan şaşkınlıkla.
"Eee?"
"Bu mümkün değil. Amir'in kan grubu B! Bu olaylar yaşandığında onun kendi mutant yaratıklara dönüşmesi gerekiyordu! Ama... ah! Anlayamıyorum!"
Ben Kaan'ın söylediklerini idrak etmeye çalışıyorum. Kaan'ın çalışmalarına göre A ve B kan grubuna sahip insanların mutasyona uğruyorlar. Yani Amir'in deyişiyle 'radyon'a dönüşüyorlar. Ama Amir'in kan grubu B olmasına rağmen herhangi bir şey olmamış... Bu ne demek oluyor şimdi? "O halde senin araştırmaların hatalı." diyorum çıkardığım sonucu açıklarken.
"Hayır! Ya trilyonluk bir ihtimal gerçekleşti ya da..." Kaan duraksıyor.
"Ya da ne?"
"Bilmiyorum. Daha önce hiç böyle bir şeyle karşılaşmadım!"
________________
BÖLÜM SONUSelâmün aleyküm benim değerli okuyucularım... xD
Aslında daha yazasım var ama artık ders çalışmaya başlamam gerekiyor. Neyse, her zamanki klasik laflarımı söyleyip çekip gideyim: sağlıcakla kalın, kendinize iyi bakın. :)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KIYAMET FISILTISI
Science FictionEn son beş yıl önce bir insan yüzü görmüştü. O da bir su birikintisindeki kendi yansımasıydı. Dehşet verici bir radyoaktif felaketten sonra mutasyona uğrayan dünyada kendi kanınla boğularak ölmeyi mi tercih edersin? Yoksa asit yağmurlarında erimeyi...