Kafama çarpan bir taş yüzünde olsa gerek, kulağıma bir çınlama giriyor. Yarı kararmış gözlerimle etrafı inceliyorum ama etrafı net göremediğimden neyin ne olduğunu ayırt edemiyorum. Üstelik sanki her şey üstüme geliyor. Anlamın kenarına; sol şakağım bitişiğine çarpan taşın açtığı yaradan akan kan, yanaklarıma, ordan da çenemin altına ilerlerken nihayet kendime hafiften gelebiliyorum.
Gözlerim açıldığında etrafta neler olup bittiğini kavrayabiliyorum. Tam burnumun dibinde toprak yığını vardı. Belki de birkaç dakika önce yaşamış olduğum hadise aklıma dank ediyor. Radyonların saldırısı ve kara toprağın Yılan'ı yutuşunu... O esnada paniklemeye başlıyorum. Koca toprak yığınına bakıp bakıp umutsuzca ne yapacağımı düşünüyorum. Uzanmış olduğum yerden kalacağım esnada bir şey hissediyorum. Birisinin elimi tuttuğunu.
Toprak yığının altından uzanan bir el, benim bileğimi kavramış bir vaziyette duruyor ve ben de o elin bileğinden tutuyorum. O eli daha sıkı tutup çekmeye başlıyorum. O eli çektikçe toprak yığının altında kalan bir beden yüzeye çıkmak için toprağı yukarıya kaldırıyordu. Aklım başıma geldiği esnada bu bedenin Yılan'a ait olduğunu anlıyorum. Kaşlarım yay gibi yukarıya fırlarken Yılan'ı daha kuvvetli ama bir o kadar da nazikçe çekip toprak yığının altından çıkarıyorum.
Külle karışmış olan ince toprağın altından çıkan Yılan'ın bedeni ve üstündeki bütün kıyafetleri kül ve toprak içinde kalmıştı. Bundan en büyük nasibi de siması almıştı. Yüzünü boydan boya kaplayan kül ve toprak bir maske havası veriyordu. Yılan bilincini kaybetmişe benziyor. Benim ilk yaptığım müdahale de yüzüne oluyor. Elimle çehresini ovarak kül ve toprağın büyük bir kısmını elime geçiriyorum. Siması biraz ortaya çıktığı zaman onu biraz sarsıyorum.
"Uyan..." diyerek onu sarsmaya devam ediyorum fakat hareketsizce kollarımın arasında durmaya devam ettiğinde telaşlanmaya başlıyorum. Onu daha sert bir şekilde sarsmaya başlıyorum, adeta ayran çalkalar gibi Yılan'ı sarsmama rağmen bir türlü uyanmıyor, en ufak bir harekette dahi bulunmuyor. Korkum çığ gibi büyüyor. "Hayır, hayır, hayır..." diyorum ağlamaklı bir ses tonundan. "Lütfen bir yere gitme..." diyorum Yılan'ın hareketsiz bedenini sıkarak. "Ne olur, lütfen..." diye yalvarmaya başlarken kafamı, Yılan'ın bedenini gömüyorum. Hıçkırmaya başlarken umudumu iyicene yitiriyorum.
Kalbimde kırılan bir şeyler, içimde eksik bir şeyler hissetmeye başlarken ansızın duyduğum bir öksürük, içimdeki boşluğu doldurmaya yetiyor. Sulanmış gözlerimi iri iri açıp kafamı gömdüğüm yerden çıkarıyorum. Ve mütamadiyen öksüren Yılan'ı gördüğümde sevincimden fırlamamak için kendimi zor tutuyorum.
"Yılan!" diye bie çığlık atıyorum. "Yaşıyorsun!"
Yılan bana cevap verecekken ardı arkası kesilmeyen öksürüğü, lafı ağzına tıkıyor. Yılan her öksürüşte neredeyse bir avuç toprak koşuyor. Öyle ki oldukça fazla toprak yutmuş. Onun kendise gelmesi kısa bir müddet sürüyor. Nefes nefese kalmış bir şekilde bana bakıyor. Gözlerinden de okunduğu gibi oldukça yorgun düşmüş. Yarı baygın Yılan'ı kucağıma alıyorum ve kaldığımız odaya gidiyorum.
Yılan, kendisine temas edilmesinden hiç hoşnut olmazdı. Bunda da olmadığına eminim fakat kılını kıpırtacak durumda olmadığı için herhangi bir tepki gösteremiyor. Loş ışıkların bir sönüp bir yandığı bu koridorda ilerlemek, insanın ruhunu donduruyor. Fakat insanın yanında birisi olunca bu korku diniyor, hele ki bu güvenilir birisi olduğu zaman. Aslında hâlâ Yılan'ın güvenilir olduğundan kesin olarak emin değilim. İçimden bir ses ona güvenmem gerektiğini söylüyorken, birisi de Yılan'ın sadece kendi menfaatlerini düşünen, güvenlimez birisi olduğunu söylüyor. Ben ikisinin arasında mekik dokuyorum. İki fikir arasında bir gidip bir geliyorum.
Nihayet odaya ulaştığımda kapıyı ayağımla itiyorum. İçeriye girip Yılan'ı sedyeye yatırıyorum. Yılan'ın göğsü aralıksız olarak inip kalkıyor. Gözleri de yarı açık bir şekilde bana bakıyor. Yılan'ı izlerken kendimden geçiyorum bayağı. Ta ki Yılan'ın gözleri kapanıp yorgunluktan kaynaklanan uykuya dalıncaya dek. Odanın büyük penceresine doğru ilerliyorum. Pencerenin dibinde duran dökük sandalyeye oturuyorum. Sandalye biraz gıcırdıyor, fakat parçalanmadan beni taşıyabiliyor.
Camın ardında kalan toprağı incelemeye başlıyorum. Çöldeki kumlar gibi inceydi ve içinde ara ara kara küller de var. Toprak oldukça değişmiş gibiydi. Sanki yaşlanmış, çürümüş, ölmüş gibiydi. Ah, ne kadar da tuhaf. Ölü bir dünyada hayataydık. Dünyanın kensini ölmüş ama biz ölüme inat yaşıyoruz. Belki de ölüm bize inat gelmiyor. Ne de olsa ölü bir dünyada nefes almanın neresi yaşamaksa...
Kara toprağa o kadar odaklanmıştım ki, camdaki yansımamı oldukça geç fark ediyorum. Göze o kadar çarpmasına rağmen. Sadece kendi yansımamı değil, bütün odanın yansımasını görüyorum. Uzun yıllardır kendimi görmüyordum, tabii o kadar da değil. Beş yıllık bir aradan sonra kendimi ilk kez Yılan'ın gözlerindeki yansımamı görmüştüm. Elbette o zaman kendime o kadar dikkat edememiştim.
Kirli sakal, enseme kadar uzanan uzun saçlar, keskin yüz hatları, belirgin elmacık kemikleri... Oldukça değişmiştim. Kendimi tanıdığımı bile söylemem pek doğru olmaz. Camdaki yansıma hareket ediyor. Yani Yılan hareket ediyor, ben de onun yansımasından bunu fark ediyorum... Kolunu oynatıyor öncelikle, sonra da yattığı yerden doğrularak bana bakıyor. Dönebilen sandalyeyle kendimi Yılan'a çeviriyorum. Ve o anda tüm havam uçup gidiyor, çünkü çürümüş sandalye yaptığım son harekete dayanamayarak parçalanıyor ve kalçamın üstüne sert bir iniş yapıyorum. Hafif iniltilerle ayağa kalkıyor ve kalçamı ovmaya başlıyorum.
Yılan bana tuhaf tuhaf bakıyor bir süre sonra da üstüne başına bakıp: "Her yerim kir içinde kalmış," diyor. Sonra da vücudun çeşitli yerlerini rahatsız bir şekilde kaşıyıp: "Toprak içime kadar girdi," diyor. Ve bana esrarengiz bir şekilde bakıyor. Bakışlarından hiçbir şey anlamıyorum. Kafamı 'ne' der gibi sağa sola sallıyorum. Yılan oflayarak kollarını beline dayıyor. "Acaba beni yalnız bırakabilir misin?" diyor hafiften sinirli bir ses tonuyla. Ben tek kelime etmeden kapıya doğru yönelmeye başlıyorum. Yılan'ı geçtikten hemen sonra olduğum yerde duruyorum.
Arkama dönüyorum. Yılan da henüz gitmediğimi hissedince arkasına dönerek benimle göz göze geliyor. "Şey..." diye söze başlıyorum. Ve o anki panikle elimi ceplerimde dolaştırmaya başlıyorum telaşla. Ve nihayet aradığımı bulunca onu sıkıca tutup cebimden çıkarıyorum. "Buna ihtiyacın olabilir," diyerek ona ıslak mendil paketini uzatıyorum. Yılan biraz şaşkınlıkla pakete bakıyor ve emin olmayam hareketlerle elini açıyor. Yılan'ın ne yaptığını veya neden şaşırdığını hiç anlamış değilim ama ellerim havada kalınca, elimdeki paketi Yılan'ın açık avuçlarına yerleştiriyorum. Ama Yılan bu sefer de avucunu kapatmıyor. Onun ellerini tutup avucunu kapatıyorum.
Paket nihayet Yılan'ın ellerindeydi. Ve benim ellerim de. Benim ellerimin Yılan'ın ellerinin üzerinde olduğunu fark ettiğimde çekingen bir tavırla ellerimi uzaklaştırıyorum. Nedense o an kendimi bir volkanın ağzındaymış gibi hissettim. Resmen yanıyorum. Terlemeye de başlıyorum. Anlımdan akan ter kurumuş kanı da çözerek, beraberinde akıp götürüyor. O esnada artık benim de gitmem gerektiğinin kanaatine varıyorum.
"Seni yalnız bıraksam iyi olur..." diyerek odayı terk ediyorum. O da neydi böyle? Yılan resmen beni diri diri yakmıştı.
_________________
BÖLÜM SONUSelamün aleyküm Radyonistler, uzun bir ara olmamıştır İnşallah. Resim hocam bir resim çizecekti bana. Ama bir aksilikten ötürü resim tamamlanamadı. O nedenle öbür bölüme o resmi koyarım. Bu bölümü düzenleyerek de koyarım. Eh, mantıksal olarak bunu yapmalıyım. Neyse, sağlıcakla kalın, hoşçaklın.
Küçüktürİşareti3
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KIYAMET FISILTISI
Science FictionEn son beş yıl önce bir insan yüzü görmüştü. O da bir su birikintisindeki kendi yansımasıydı. Dehşet verici bir radyoaktif felaketten sonra mutasyona uğrayan dünyada kendi kanınla boğularak ölmeyi mi tercih edersin? Yoksa asit yağmurlarında erimeyi...