Evet, nihayet yeni bölümle karşınızdayım. İlk önce bir şeyler açıklayayım. Artık bölümleri bin kelime civarında olacak. Bu şekilde bölümleri kısaltarak bölümlerin daha seri yayımlamak ve okumaya üşünmememizi amaçlıyorum. Ve önceki bölümde size bir sürprizim olduğumu söylemiştim. Sürprizim ise bölümü Yılan'ın ağzından yaznaktı, evet, bence de oldukça saçma bir sürpriz... Neyse, iyi okumalar...
***
Zonklayan başımla gözlerimi zorlana zorlana açıyorum. Gözlerim karanlığa alışmış olmalıydı ki aydınlığa karşı oldukça hassatılar. Bir yandan kamaşmış gözlerimle, bir yandan zonklayan baş ağrımla çırpına çırpına kendime geliyorum. Ve kendimi kapalı bir mekanda buluyorum. Etrafı daha iyi gözetmek amacıyla yattığım yerden doğruluyorum. Başımı usulle döndürerek etrafıma bakınıyorum.
Boyası dökülmüş ve betonu açığa çıkmış duvarlar, yerde koyu renkli sıvı birikintileri, çürümüş ve kırılmış monitör ve benzeri cihazların bulunduğu bir odadayım. Ve yanı başımdaki sandalyede uyuklayan Amir'i de unutmamak gerek... En son neler yaşadığımı hatırlamak için kendinimi zorluyorum... Kesiciler'den kaçıyorduk ve kaza yapmıştık. Sonra da bir adamla ölesiye kavga ediyordu Amir... O adamı sanırım ben öldürmüştüm.
Gözlerim belli bir yere odaklanmadan donuk bir şekilde takılıp kalıyor. Yine düşüncelerime kapılıp kayboluyorum. Bu çocuğa asla aşık olmayacağımı söylemiştim. Bundan da bu eminim ama asıl sorun ben değil, oydu... Bana bağlanmasından öylesine korkuyordum ki, benden soğuması için elimden geleni yapıyorum ama sanırım çabalarım bir hiç uğruna boşuna gidiyor...
"Yılan!" Amir'in tiz çıkan yüksek sesi yüzünden kalbimin ağzımdan fırlamasına ramak kalıyor. Derin nefes alışverişlerimle Amir'e çeviriyorum yüzümü. İkimizin de çehresi şaşkınlıkla doluydu. "Sonunda uyanabildin!"
Nefesim düzelince konuşmaya başlıyorum: "Ne zamandan beridir uyuyorum? Ayrıca burası da neresi?"
"Sakin ol biraz..." diyor Amir.
"Bırak bu lafları Amir. Anlatamaya başla çabuk!" Oldukça sabırsız çıkıyordu sesim.
"Iıııı..." uzunca düşünüyor Amir, "pek uzun bir zaman olmadı, en fazla yirmi dört saattir uyuyorsundur. Ve... burası bir hastane..."
"Hastane mi? İyi de en son uçsuz bucaksız bir çölün ortasındaydık. Nerden çıktı bu hastane?"
"Şey... Aslında tam dibimizdeymiş."
"Ne?" diyorum şaşkınlıkla. Kaşlarım yay gibi gerilip yukarıya kalkmıştı.
"Yani çöl sandığımız yer, küllerin altında kalan Dünya'nın yüzeyiymiş..."
Amir'in açıklamasından sonra gözlerim pencerelere kayıyor. Pencerelerin ardı tamamen kara toprakla kaplıydı. Daha doğrusu külle... Sedyeden kalkıyorum ve pencereye doğru ilerliyorum. Pencereye ulaştığım zaman, avucumu cama dayıyorum narince. "Kaçıncı kattayız?" diyorum.
"Şey... Binanın damından içeriye girdik. İki kat aşağıya indik. Tabii altımızda daha pek çok kat olabilir."
Camlarını tamamen küllerle kaplı olduğu halde bu odanın nasıl aydınlık olduğunu merak ediyorum. İlgimi camdan ayrıyor, başka bir şeye odaklıyorum: tavana. Tavandan duran floresan lamba sayesinde oda oldukça aydınlıktı. Ama Amir'in elektiriği nereden bulduğu da ayrı bir konuydu. "Elektiriği nasıl sağlıyorsun?"
"Jeneratörden... Oldukça soru sordun. Biraz dinlenmelisin, yaraların hâlâ iyleşmedi."
Amir'in yasalarımdan bahsetmesiyle aklıma yaralarım geliyor elbette. Alnımdaki yarayı göremiyorum ama elimle onu kontrol ettiğim zaman bandajlandığını hissediyorum. Diğer bir yara da kolumdaydı. Tişörtümün kollarını sıvazlıyorun. Kolumdaki kesik de bandajlanmıştı. Bunları yapan kişinin kim olduğunu tahmin etmek de pek zor değil. Açıkçası Amir'in benimle ilgilenmesi çok hoşuma gidiyor ama bana alışmaması gerekiyor.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KIYAMET FISILTISI
Science FictionEn son beş yıl önce bir insan yüzü görmüştü. O da bir su birikintisindeki kendi yansımasıydı. Dehşet verici bir radyoaktif felaketten sonra mutasyona uğrayan dünyada kendi kanınla boğularak ölmeyi mi tercih edersin? Yoksa asit yağmurlarında erimeyi...