"Klişedir ya, dört yanlış bir doğruyu götürür. Yanlış biliyormuşuz. Bir yanlış, seni, aileni, çocuğunu, eşinin ailesini, arkadaşlarını, bazen her şeyini götürür!!"
Nereden başlayacağımı, neyi toplayıp neyi bırakacağımı bilmiyorum ki. Arka odaya sığmaz her şey. Evlenirken nice umutlarla yaptığım ve ilk kez bu evde açtığım çeyizlerimi, daha hevesle kullanamadan gerisin geri karton kutulara yığıyorum, verilecek eski eşyalar gibi. Her koyduğum parçada bir umudumu da gömüyorum. Katladığım her el işi, göz nuru örtülere bir damla göz yaşı bırakıyorum yüreğimden akan ve yığın yaptığım yataklarımı, ipek yorganlarımı, bir daha ne zaman kullanabileceğimi düşünerek paramparça ediyorum düşüncelerimde.
Ortalık toplanmış, taşınmaya hazır vaziyetteyken, üzüntü dolu gözlerle geliyor yanıma:
- Sana bunları yaşattığım için özür dilerim.
- Ne söylememi bekliyorsun? Ben seni uyardım, dinlemedin.
- Her şey yoluna girecek sana söz veriyorum.
Sesimi çıkarmıyorum. Öylesine öfkeli, öylesine kırgınım ki, özrünü kabul edecek takatim yok. Sarılıyor bana, tepkimi bekliyor. Sessizim. Eliyle çenemi tutup, yüzüne bakmaya zorluyor. Dudaklarıma yapışıyor, istemiyorum. Başımı çevirmeye çalışıyorum, bırakmıyor. Üzerime çullanıyor. İstemediğimi söylüyorum, korunmak için yanımızda bir şey yok diyorum, dinlemiyor. Gücüne karşı gelemiyor, teslim oluyorum ağlayarak.
Kayınvalidemle kayınpederim, kendilerine ait kamyonla geliyorlar eşyaları almak için. İkisinin de gözleri ağlamaktan şişmiş, burunları kızarmış. Yüzüme bakamıyorlar sanki suçlusu onlarmış gibi. Önce kırılacaklardan başlıyorlar taşımaya. Komşularım da yardım etmeye koşuyorlar. Hepsinin yüzünde bir hüzün, içten bir üzüntü. Elimi hiçbir şeye süremiyorum. Sanki sinemada izleyiciyim.
İki üç turda bitiyor hayallerimin evden boşalması. Oturma grubunu ihtiyacı olan birine bırakıyoruz. Herkesle vedalaşıyorum ve sadece rutin ziyaretlerle gittiğim eve artık bir sığınmacı olarak yerleşmek için, gözyaşlarımı tuta tuta adım atıyorum.
Aşiretin ortasına düşmüş gibiyim. Amcalar, halalar, gelinler hepsi aynı binada oturuyorlar ve herkesin anahtarı kapının üzerinde, teklif yok girip çıkarken. Özel diye bir şey de yok. Sabah gözünü açıyorsun evde birileri, sürekli girip çıkıyorlar. Kayınpederimin dükkanının evin alt katında olmasının etkisiyle de, ev hiç boş kalmıyor. Bizim evimiz de hep kalabalık olurdu ama bu başka. Sanki binadaki her daire evin ayrı odasıymış, insanlar da evin bireyleriymiş gibi. Ama birkaç günde alışıyorum çünkü ne kadar bana yabancı olsalar da, anlıyorum ki çok temiz düşünceli insanlar ve orada öğreniyorum kayınpederimin de bu olaylardan nasibini nasıl aldığını. Hemen hemen her gün hala ve amca gelip, satın aldıkları dairelerin parasını kayınpederimden isteyince ve adamın ödemek için nasıl çabaladığını görünce, kızgınlığımın katsayısı artıyor.
- Senden mi aldılar ki senden istiyorlar, diyorum.
- Ne yapayım evladım? Yoksa tatsızlık çıkacak, diyor, ödeyeceğiz mecbur.
Olanları, taşınmamızı kendi aileme anlatırken umursamaz davranıyorum. Üzülmesinler istiyorum ama babam durur mu? Almaya geliyor beni oradan. Kayınvalidemler ağlayarak, seslerini çıkarmadan uğurluyorlar beni evden ama kısa zamanda geleceğimi biliyorlar.
Ve annemlere gittiğimin ertesi günü O arıyor:
- Seni çok özledim.
- Neredesin kaç gündür?
Çok kızgınım, hakim olamıyorum sesimin tonuna.
- Arkadaşta kalıyorum, gelemedim eve ne olur, ne olmaz. Bugün şehir dışına çıkıyorum. Ne zaman geleceğim belli değil, ben seni ararım.
- Nereye gidiyorsun söylesene bana, deli etmesene insanı.
Artık ayarım kaçtı. Deli gibi bağırıyorum.
- Ben de bilmiyorum, arayacağım seni. Sadece seni çok sevdiğimi söylemek için aradım. Sana söz her şeyi düzelteceğim.
Ve kapatıyor. Beni burada, bu durumda, kime ne cevap vereceğimi bilmez bir halde, tek başıma bırakıyor.
Olanları evdekilerden başka kimse bilmiyor. Herkes eşimin şehir dışında oluşundan istifade edip, kalmaya geldim sanıyor.
Günler geçiyor ve ben deli eden belirtiler yaşıyorum. Aldığım testlere güvenmeyip, kimseye haber vermeden hastaneye gidiyorum ve bu karmaşada başıma gelebilecek en kötü haberi alıyorum: HAMİLEYİM.
Annem banyoda elinde bir şeyler yıkıyor, tabureye oturmuş, eteğini sıyırmış, haziranın sıcağında alnından ter akıyor. Kapının eşiğinden izliyorum, farkımda değil.
- Anne
Bana dönüyor, ateş basmış suratıyla yüzüme bakıyor:
- Ne oldu, neyin var?
- Anne, hamileyim, diyorum ve günlerdir tuttuğum gözyaşlarımı doyasıya akmaları için özgür bırakıyorum.
Elindekileri hızla yere vurup:
- Hah, bu kargaşada iyi halt yedin!
Tepkisini daha iyi veremezdi. Başka cümleler kurmasına, bağırıp çağırmasına hiç gerek kalmıyor. Cümlesinin sonunda işine kaldığı yerden devam edince, bana söyleyecek başka bir şeyi olmadığını anlıyor, yatak odasına gidip kendimi sırtüstü yatağın ortasına bırakıyorum. Kafamdaki her şey kısa bir süre de olsa uçup gidiyor. Karar vermemi gerektirecek bir durum yok çünkü demiştim ben hiçbir canlıya kıyamam diye. Başıma gelen en güzel şey demem gereken bu durumun, böyle bir ortamda, başıma gelen en kötü şeye dönüşmesi nasıl bir ironidir? Nasıl bir zıtlıktır, yaşanılanların yere ve zamana göre iyi ya da kötü olması?
Ne yapacağım? Babası kayıp, evim neresi belli değil, bundan sonra neler yaşayacağımız hakkında hiçbir kehanet yok ve ben bu çocuğu doğurmaya kararlıyım. Ya aklımı kaybettim ya da başıma gelecek var!
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Umuda Tutunmak #Wattys2018
General FictionSevgili arkadaşım!! Seni tanımıyorum. Nerede oturursun, ne iş yaparsın, kaç yaşındasın hiçbir fikrim yok. Bildiğim tek şey çoğu olayda aynı şeyleri yaşadığımız. Sevgili genç arkadaşım! Hani o hayran olduğun "Kötü Çocuk, Mafya Çocuk, Psikopat Çocuk v...