Ben sana mecburum İstanbul!!

935 134 4
                                    



Bugün sabahlara kadar bir onlarda, bir bizde, birlikte yıllarımızı geçirdiğimiz, bir aradayken en acıklı halimize bile gülmekten karın ağrıları çektiğimiz, en saf, en gizli sırlarımızı paylaştığımız, binamızın altı kızından biri olan can arkadaşım Sevgi geliyor.

O evlenip Almanya ya giderken, kardeşimi göndermişim gibi günlerce ağlamıştım. Ama senede iki kere yaptığı on beş günlük ziyaretlerde, aynı şekilde görüşme şansını yakalamamız annelerimizin hala aynı binada oluşundan kaynaklanıyor ve "gözden ırak, gönülden ırak sözünü" yalanlarcasına samimiyetimiz daha da artıyor. O gelince eski, neşeli halimize dönüyor, kahkahalar eşliğinde başımıza gelenleri konuşuyor ve ayrıldıktan sonra bile günlerce o konuşmaları hatırlayıp, tebessüm ediyoruz. Enerjisi hiç mi bitmez insanın? Dilini hiç bilmediği bir ülkeye gittiğinde, yıllar boyu çektiği sıkıntılar, yalnızlık, hastalıklar, gülmeyi, eğlenmeyi bu kadar seven bir insanın orada tamamen yabancı insanlara kendini kabul ettirmeye çalışması, ki buna eşinin ailesi de dahil, yabana atılır bir mücadele değil. Tüm bu olumsuzluklara rağmen, o bitmeyen enerjisiyle, hepsinin üstesinden gelip hala her yere yetişebiliyor ve hala çın çın çınlayan kahkahasına eşlik etme şansını bulabiliyorum.

Kapıya tempolu bir şekilde, darbuka çalar gibi vurmasından gelenin O olduğunu anlıyorum. Kapıyı açtığım anda çığlıklarla sarılıyoruz. Annem, anneannem ve büyük oğlumla birlikte, Fransa"dan her yazı buradaki evlerinde geçirmeye gelen teyzeme gittiler. Ufaklık içeride, kız kardeşimin yanında, babam televizyonda haber izliyor.

İki kişilik küçük balkonumuza geçiyoruz. Birbirimizde bulduğumuz değişikliklerden, yaptığımız diyetlere kadar bütün genel konuları konuşuyoruz nefes almadan. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadan saati on bir yapıyoruz. Yarım saat sonra tekrar gelmek üzere, çocuklarını yatırmaya gidiyor.

Geldiğinde gece yarısı olmak üzere ve havanın ağırlığı tamamen yeryüzüne çökmüş gibi. Koca bir tabak karpuz doğrayıp, tekrar balkona çıkıyoruz. Sokakta çıt yok, herkes evlerine çekilmiş, bizimkiler de uykuya yenik düşmüş.

Gökyüzü garip bir renge bürünmüş. Sanki sislerin arasında kızıl-turuncu tanımlayamadığım bir renk, nefes almayı bile zorlaştıran bir hava. Sanki gökyüzü üzerimize boşalacak da, patlaması daha güçlü olsun diye kendini alabildiğine sıkıyor.

Havadaki sıkıntıdan olsa gerek, biz de kendi sıkıntılarımıza giriyoruz ve ben her şeyi anlatıyorum. Nasıl birikmişse içimde, gökyüzünden beklediğim patlamayı ben yaşıyorum. İnsanın yaşarken sonuna kadar hissettiği o buhranları, olağan şeylermiş gibi anlatabilmesi ve hatta araya espriler sıkıştırıp ağlanacak haline gülebilmesi de araştırılması gereken ayrıca bir konu gibi geliyor bana.

Saate baktığımızda 3 ü gösterdiğini görüyoruz. İkimiz de uykuya teslim olmak üzereyiz. Yarın görüşmek üzere sözleşip ayrılıyoruz.

Sıcaklardan dolayı serin tutar diye yere attığım çift kişilik yatağa yatırdığım küçük oğlumun yanına uzanıyorum. Bütün pencereler açık olduğu halde yaprak kımıldamıyor. O sırada kulağıma gelen uğultunun ardından, sanki bir kamyonun arkasından yola boşaltılan çakıl taşlarının gürültüsünü duyuyorum. Ve gürültü öyle netleşiyor ki, cama çıkıp bakıyorum, sokak bomboş. Arka cama koşuyorum, orada da kimse yok. Ve o anda başlıyor. Yer ayağımın altından kayıp gidiyor, mutfaktaki bardak çanak şıngırdıyor ve ben, can havliyle oğlumla kız kardeşimin yanına koşuyorum. Oğlumu kucağıma alıp, kardeşimle birlikte en sağlam gördüğüm kirişin altına sığınıyorum. Babamın geldiğini görüyorum, "korkmayın!" diye bağırıyor korkacak halimiz kalmış gibi. Aklımdan deprem sırasında yapılması gerekenleri sıralamaya çalışıyorum ama o kadar gafil avlandık ki aklıma hiçbir şey gelmiyor. Babama sesleniyorum:

Umuda Tutunmak #Wattys2018Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin