İki Gün Önce
Van... Şaha kalkmış kalesi, birşeylerin habercisiydi sanki. Göz alabildiğince uzaklara bakıyor, bir mucizeyi bekler gibi sabırsız ve sakin... Göl her zamankinden daha hareketli, sanki uzaklardan bir sevdiği gelecekmiş gibi heyecanlı ve kuduran dalgalarını dizginleyemediği bir bekleyişte. Doğaya can getiren, sureti göz kamaştıran Dilan henüz bu topraklardayken bir de Vedat'ı ağırlayacak olmanın gururunu yaşıyordu sanki ağaçlar, dağlar, berrak sular. Tesadüf olmadığını biliyordu çünkü Tamara. Haber salmış kaleye, kuşlara, dağlara, sulara. Güneş bugün en güzel doğmuştu Vedat'ın ayak bastığı bu kutsal topraklara. Kutsaldı çünkü birbirleri için yaratılmış güzel insanların birbirlerinde hayat bulduğu yerdi Van.
Acısı yüreğinde saklı Vedat Van'a ayak bastığından beri kendini bulmuştu. Neşeli, heyecanlı, bir okadar da huzurlu... Daha önce çok yer gezmişti ve bu yüzden huzurunun sebebi, keşfedeceği yeni yerler olamazdı. Dilan ile aynı havayı soluduğunun farkında olmadan iliklerine kadar işliyordu huzuru. Birbirlerinin varlığından haberleri yoktu belki ama Tamara biliyordu.
Düğüne iki gün kalmıştı. Ablası bir yıl önce orada ingilizce öğretmenligini kazanmıştı ve Van'ın her bir karışını iyi öğrenmişti. Onun rehberliğinde doyasıya gezdiler ve ulaşabilecekleri her yere ulaştılar. Hayran kalmışlardı ailece bu coğrafyaya. Annesi Fikriye hanım sürekli "Beni burada bırakırsanız bir ömür huzur içinde kalabilirim" gibi cümleler kuruyordu sürekli. Babası Mehdi Bey sürekli oranın insanlarıyla iletişim kuruyor hemen kaynaşıyordu. Çünkü çok cana yakın, sıcak kanlı insanları vardı bu coğrafyanın. Batıdan geldiklerini farkeden esnaflar sürekli özel bir ilgi gösteriyor, onlara karşı adeta misafirperverlik yarışı veriyorlardı. Kısacası Van'ın dağ taşından suyuna, havasından insanlarına kadar her şeyinden adeta büyülenmişlerdi. Fakat Vedat'a yine de birşeyler eksik geliyordu. İçindeki tarifi imkansız duyguyu ve heyecanı dizginleyemiyordu. Gitmedikleri biryer daha kalmıştı ve Vedat oranın ismini duydukça meraklanıyordu ve nihayet sıra oraya da gelmişti. Akdamar adasına geldiklerinde tam anlamıyla büyülenmişti Vedat. Geçmişini tamamen unutmuş, Van Gölü'nün muazzam sularına bırakmıştı. Herşey çok güzeldi. Çünkü Tamara oradaydı ve dokunmuştu ona. Hissediyordu Vedat. Yüreğine dokunmuş, ona cenneti fısıldamıştı. "Cennete uçacaksın" diyordu. Ah Tamara...
Tamara... Sonu gelmemiş bir efsane... Uzun yıllar önce bu adada yaşayan Ermeni baş keşişin, güzelliği dillere destan olan Tamara isimli bir kızı vardır. Çevredeki köylerde çobanlık yapan bir gençle gönüllerini birbirlerine kaptırmışlardı. Bu genç hem çoban hem de Müslüman olduğu için aşkları Tamara'nın babası tarafından onay görmemişti. Lakin gerçek sevgi söz konusu olduğu zaman engel tanımazlık hemen açmıştı bayrağını. Aşkı her zerresine kadar ruhuna işleyen çoban genç, her gece gizlice yüzerek adaya, sevdiginin yanına gelirdi. Tamara ise gece karanlığında yerini belli etmek için onu bir fener ile yönlendirirdi. Bundan haberdar olan kızın babası, fırtınalı ve dalgalı bir gecede elinde bir fener ile adanın kıyısına iner ve bulunduğu yeri sürekli değiştirerek gence ışık tutar ve farklı yönlere yüzmesini sağlar. Işığın ucunda sevdiğini görme umuduyla sürekli yer değişen ışığa doğru yüzer ve gücü bu yüzden tükenmek üzeredir. Yinede Tamara'ya ulaşabilme umudundan vazgeçmeden yüzmeye devam eder. Ancak bir süre sonra daha fazla dayanamayacağını anlar ve kendini Van Gölü' nün derinlerine bırakır. Ölmeden önce son sözlerinde "AH TAMARA, AH TAMARA" diye haykırır. Sesi duyup kıyıya koşan Tamara sevdiğinin gözleri önünde can vermesine dayanamaz ve kendini sulara bırakıp gözden kaybolur. Yıllar yılı bu efsane dilden dile dolaşır ve daha önce "AH TAMARA" ismini alan bu ada günümüze "AKDAMAR" adası olarak gelir. Bu iki aşığın yürek burkan efsanesi, civardaki gençlerin umudunu hep taze tutmuştur. Sonu ölüm bile olsa sevdiğine kavuşabilme umudundan kopmamayı bu efsaneden öğrenmişlerdir ve Tamara' nın, aşkı yüreğinde yaşayan her sevdalıya yardım ettiğine inanılır.
Düğün gününü gelmiş doyasıya eğlenmiş, ablasının en mutlu anlarını paylaşmıştı Vedat. Herşeyden keyif alıyordu artık. Çünkü cennete uçacaktı yakında. Tek üzüldüğü şey, birkaç güne kadar Van'dan ayrılacak olmasıydı. Çok çabuk alışmıştı oraya. Kendini bulduğu bu güzel şehirden ayrılacak olması canını sıkmaya başlamıştı. Tekrar gelecekti ama bu sefer kendi için. Ama şimdilik ayrılma vakti. Van'daki son gününü ailesiyle gezerek geciriyordu. Dilan ile aynı mekanda yarım saat arayla kahvaltı yaptılar ancak karşılaşamadılar. Akşam olmuştu. Yola koyuldular ailece. Seval ablası ve Çetin eniştesi ugurlayacaktı onları. Havaalanı'na geldiklerinde hüzün çökmüştü. Seval'den ayrılacaklardı ama üzülmesin diye yüzleri gülüyordu. Tıpkı Dilan gibi 23:55 de kalkıcaktı uçakları. Belki de aynı uçaktı kim bilir?
Son işlemler tamamlandı ve saati bekliyordu artık Vedat. Sonra birden fısıldadı yine Tamara "Cennet burada" diye. Sonra bir çift göz değdi gözüne. Ona bakıyordu ve çekti gözünü utanarak Vedat'ın gözlerinden. Vedat adeta büyülenmiş, kendisini papatya bahçesinde hissetmişti. Kopmuştu etrafındaki kalabalıktan, gürültüden. Bedeni oradaydı ancak aklı ve ruhu cennetteydi. Cennette bir papatya bahçesi, içinde sadece Dilan ve Vedat... Papatyalardan taç yapıp koşası geliyordu ona fakat korkuyordu. Bu bir rüya ise ve uyanırsa kaybolur herşey sanıyordu. Adeta dünya umrunda değildi.
"Allah'ım bu nasıl bir şey. Ben rüya mı görüyorum?" dedi Vedat içinden.
"Çok güzel bakıyorsun çocuk. Kimsin ki sen?" diye geçirdi içinden Dilan.
"Tamara'nın Cenneti bu olsa gerek."
"Sporcu mu acaba. Kesin okulunu okuyor olmalı"
"Ne kadar da güzel giyinen bir hanım. Modacı mı acaba?"
"Bakışların etkiliyor beni çocuk."
"Güzelliğin beni benden alıyor. Adın HUZUR olmalı."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
"DİLAN"
RomanceBu kitap; sevmeyi bilenlere, aşkı yüreğinde taşıyabilenlere, elini taşın altına koyabilenlere... Bu kitap; aşk için gerektiğinde yanabilme ihtimalini göze alabilenlere, yüreğinde umudunu hep taze tutabilenlere, vazgeçmeyi zihninde yok edebilenlere...