Brinci Mektup

1.4K 35 19
                                    

Hiç okumayacağını bile bile yazmak...

Düşünsene, günün birinde postakutunda bir mektuba rastlamışın. Senin için. Sana dair. Seni anlatan Seninle aynı acıları paylaşmış biri ama sen olmayan biri. Aslında mektuplarında kendini anlatıyor ama sanki seni anlatıyormuş gibi. Çünkü sizin acınız bir. Belki siz de birsiniz, kim bilebilir ki?

İşte bu mektup tam o türden. Tek fark sen bu mektupları postakutunda değil de burada bulacaksın. Buarada okuyacaksın. Ve burada unutacaksın. Tek fark sen benim sana yazdığım mektupları okumayacaksın. Herkes okuyacak ama sen okumayacaksın. Herkes bilecek ama sen bilmeyeceksin.

Biliyorum garip bir başlangıç oldu ama... aması yok. Başka nasıl başlasaydım mektubuma? Sevgili ...., diye mi? Hadi ama okadarda sıradan olmak yakışmazdı değil mi? Hem zaten bu yazdığım mektuplar sıradan olsa senin eline geçerdi ve sen onları okurdun değil mi? Hattâ bana cevap bile veriridin. Belki. Yani en azından öyle umuyorum. Sahi bana cevap verir miydin? Bana cevap vermek için beni tanıman gerek. Peki ozaman sana kendimi tanıtayım. Zaten bu yüzden yazmıyor muyum? Beni tanı diye? Belki bir gün... Bir umut işte. Biraz saçma ama yinede bir umut.

Peki ben kimim? Bu soruya cevabım yok çünkü ben hâlâ cevaplayamadım bu soruyu. Kim olmak istediğimi, hayallarimin neler olduğunu, amaçlarımın neler olduğunu hâlâ anlamış değilim açıkcası. Ama yinede kendimi tanımlamam gerekirse...

Fazla hayalperest bir kız çocuğu. Kız çocuğu dediğime bakma sen. 19 yaşındayım. Hayalperest dediğime bakma sen, ben hayal kurmam. Yani kurarım ama onları kendim yaşamam. Karakterlerim yaşar. Hepsini. Tüm hayallerimi onlara yaşatırım ben, çünkü ne zaman kendim için hayal kursam hayallerim suya düştü. Maalesef hiçbiri yüzmeyi bilmiyordu. Anlayacağın hepsi hakkın rahmetine kavuştu. Bu yüzden artık hayal kurarken kendimi değil de hayat verdiğim karakterleri düşünüyorum.
Başka; çok sert bakışlarımın olduğunu iddaa eder herkes, sanırım bu yüzden herkes en çok gülüşümü seviyor. Anlayacağın kış ve yaz gibiyim. Kime neyi yaşatacağım karşımdakine bağlı. Sevenlerim olduğu kadar sevmeyenlerim de var tabii. Ama bu hep böyle olmamış mıdır?

Sert bakışlar, gülüş falan dedim de aklıma geldi. Öyle taş çatlatacak bir güzelliğim yok. Ama yanlış anlama kendimle barışığım. İnsan önce kendini sevmeli. Kendini sevmeli ki Rabbini ve etrafındakileri sevebilsin. İşte belki ben de tam bu yüzden bu gece bu satırları yazıyorum. Kendimi sevmek... Bu aralar kendimi sevmek fazla zor geliyor. Daha demin kendimle barışığım dedim şimdi ise kendimi sevmek zor geliyor diyorum. Saçmalığın dibine vurdum sanırım.
Ama gerçekten kendimle barışığım yinede bu aralar fazla... Mutsuzum? Açıkcası ben de daha tam içimde neler olup bittiğinin farkında değilim. Sana fazla garip bir kişiliğe sahip olduğumu söylemiş miydim? Eğer söylemediysem; fazla garip bir kişiliğe sahibim.

Asıl konumuza geri dönelim. İçimde fırtınlar kopuyor desem gülersin. Çünkü fırtına fırtına olmayı bıraktı bildiğin kasrıgaya dönüştü. Tufan da olabilir tam emin değilim. Uzun lafın kısası, içimde bir volkan patlamak üzere. Yalnız bunu kimse görmüyor, farketmiyor. En kötüsü de bu ya. Belki de suçlu benim. Taktığım maskeler fazla iyi. Ama okadarı da olsun değil mi? Yıllarca bunun için çaba etmişim sonuçta.
İnsanoğlu garip. Her zaman maskeler arkasına saklanıyor. Sevmediğimiz birine seviyormuşuz gibi davranmakta üstümüze yok. Çok seviyoruz yalan dolan süslü sözleri. Ama ben hiç onlar gibi olmadım. Ben hiç seviyormuşum gibi davranmadım. Birini sevdiğim zaman gerçekten sevdim. Sevmediğim zamansa bunu ona gösterdim. Sahte sevgi gösterilerine gerek yok sonuçta. Ama bak sevmediğim zaman gösterdim dedim. Niye biliyor musun? Çünkü ben konuşamam. Ağızdan çıkan kelimelerin ne kadar can yaktığını gördüğüm ve algıladığım gün dilime kilit vurdum. Birine asla onu sevmediğimi söyleyemem. Ben gösteririm. Karşımdaki hareketlerimden anlar zaten. Ve emin ol anlıyorlar.

Asla kendimden taviz vermem. Kendimden, en çokta hislerimden. Benim de taktığım maskeler burda başlıyor işte. Her nasılsın sorusunda, her canımın yandığında,
hislerin derinleştiği yerde, acıların depreştiği yerde, kapanmaya yüz tutmuş yaraların kanamaya başladığı zaman... İşte ozaman ben maskemi takarım. Hiç ağlamayan kız, hissiz, ruhsuz, kalpsiz, fazla katı. Oysa bi bilseler...

Sohbet etmeye asla hayır demem meselâ, belki de çenem biraz düşüktür? Sanırım zaten en büyük problem burda başlıyor. Sana ağzıma kilit vurdum dedim ya? Evet vurdum, hislerim konusunda, tartışmalarda, kavgalarda, geçmişime.
Sohbet etmeyi, hattâ derin ve anlamlı sohbetler etmeyi sevdiğim için etrafımdaki herkes beni çok iyi tanıdığını düşünür. İşte bunada ben gülerim. Çünkü beni tanıyan bir Allah'ın kulu bile yok. Ama bakarsın sana yazdığım bu mektuplardan sonra beni tanıyan insanlar olur. Ne dersin? Tanıyan olur ama anlayan olur mu? İşte orası muamma. Bence anlayamazlar. Onlar anlayamaz ama sen anlarsın. Sen anlarsın çünkü senin yaralarında benimkiler gibi. Biz aynı acıyı taşıyan ve paylaşan iki yabancıyız. Daha doğrusu ben sana yabancıyım. Sen ise bana yakın. Herkesten ve her şeyden dahada yakın.

Sanırım ilk mektupta kafanı fazla karıştırdım. Fazla saçmaladım. Neler anlatmak istediğimi anlamadın, ben de anlamadım. Çünkü sadece kafam değil içimde allak bullak. Hani derler ya kendimi bombok hissediyorum. İşte bir nevi ondan.
İkinci mektubum daha güzel olacak ya da en azından anlaşılması daha kolay olacak. Hattâ bakarsın sana acılarımdan bahsederim? Belki ozaman beni daha iyi anlarsın. İkinci mektubu ne zaman yazarım, sen ne zaman okursun, daha doğrusu senin yerine başkaları, bilemem. Belki yarın. Belki bir kaç hafta sonra. Ama acılarmın çok yakında demleneceği belli. Yani korkma, fazla bekletmem seni.

Sana Yazdığım MektuplarHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin