Hye Su bahçe kapısından sakince geçti. Babası ile yüzleşmesi gerektiğini biliyordu. Alışmıştı. Ağırdan aldığı adımlar ile evin kapısına geldi. Kapı açıldıktan sonra ayakkabılarını ayağından usulca çıkarttı ve ayakkabılarını eline aldı. Merdivenlerden hızlıca çıkarken aklındaki ayakkabılarının çamurlandığıydı. Odasına geçti ve ayakkabı dolabına ayakkabısını koydu. Babasının kendisini çağırmasına fırsat vermeden babasının yanına gitti. Kapıyı kibarca çaldı ve aldığı komutla kapıyı açıp içeri geçti.
‘Hoş geldin HyeSu. Ben de seni bekliyordum.’
Babası, karşısındaki koltuğu gösterirken konuşmaya devam etti.
‘Bugün neden gelmedin? Ah, neden kaçtın diyecektim.’
Genç kız babasının gösterdiği koltuğa oturmuş ve babasının gözlerinin içine bakıyordu.
‘Bu akşam müsait olmadığımı söylemiştim. Beni dinlemediler. Ben de kaçmak zorunda kaldım.’
‘Tamam, konuyu çok uzatmaya gerek yok. Bugünkü yemeği iptal ettik senden dolayı. İki gün sonra yapacağız. Sen de geliyorsun ve mazeret kabul etmiyorum. Eğer yine kaçarsan…’
Genç kız gözlerini küçültmüş ve dışarı sarkıttığı dudakları ile sevimli görünüyordu. Babası, kızının bu sevimli hallerine dayanamazdı. Yani çoğu zaman.
‘Ben neden gelmek zorundayım ki? Babacığım, biliyorsun ki ben şirket işlerini sevmem.’
‘Ah kızım. Garipsediğim de bu ya! Şirket dediğin kıyafetler üzerine değil mi? Bir kız kıyafetler ile ilgilenmez mi?’
‘Ben onları yalnızca giyerim. Satın dahi almam. Baba, lütfen.’
Genç kız babasının kanına girmeye çalışırken aklında iki gün sonra kaçırmaları gereken mallar vardı.
‘İki gün sonra. Akşam. O yemeğe geliyorsun Hye Su. Eğer yine kaçarsan… Her neyse. Ne olacağını o zaman görelim.’
Genç kız iki gün sonrası için değişik planlar kurgularken babasını başıyla onayladı. Laf dalaşına gerek yoktu. Sessizce odayı terk ederken ikizi aklına geldi ve onun odasına doğru koştu.
‘Seon-ah! Bana prensimi sormuştun değil mi?’
Kız kardeşini yattığı yataktan kaldırırken sırıtıyordu. Kız kardeşi ile her şeyini paylaşırdı. Sakladığı bir şey neredeyse yoktu. Kardeşine güveniyordu. Güvenmese dahi anlatacağı birilerinin olması gerekiyordu ve bu birileri için en uygun kişi Seon’dan başkası değildi.
‘Yoksa… Hye Su-ya! Sakın o serserilerden biri olduğunu söyleme. Onlar… Hayır, aralarında yakışıklı olanlar da vardır elbet ama hayır. Olmaz!’
‘Beni dinle. Sana bir soru sormak istiyorum. Danışmanım olur musun? Bu geceliğine?’
‘Neden bu geceliğine? Her zaman olabilirim. Ve evet. Sorunu çabuk sor. Merak ettim.’
‘Her prens yakışıklı olur mu? Yani bilirsin. Masallardaki prensler hep yakışıklıdır ya. Ben de birisini buldum ama çok çirkin. Acaba prensim olmayabilir mi? Ama prensim olabilirmiş gibi hissediyorum.’
‘Hadi ama HyeSu! Kitap okumadığını biliyorum ama hiç mi masal okumadın? Yani en azından bilinenlerin tamamını okusaydın. Yalnızca Sindirella’yı veya Pamuk Prenses’i okumuş olamazsın, değil mi?’
‘Ne? Başka masal mı vardı?’
‘Güzel ile Çirkin? Bilmiyorsun değil mi? Ah, cidden neden kitap okumazsın sen? Ayrıca prens konusu. Bana anlatmayı düşünüyor musun?’