Elini uzatınca ben de uzattım. Açık parmakları, parmaklarımı okşayarak yukarıya kadar çıktı ve yavaş yavaş tekrar aşağıya inerek aralık parmaklarıma kenetlendi. Beni, ona çeken de buydu. Hiçbir şeyi dümdüz yapmıyordu. Onun için elimi tutmak, sadece elimi tutmak değildi. Olayı daha erotik, daha önemli ve çekici hale getirmek gibi bir yeteneği vardı. Her olayı... Bu yüzden yenilen her yemek, yemeğin tadından daha lezzetli, edilen her sohbet, sohbetin içeriğinden daha doluydu. Her sevişme daha heyecanlı, her gün daha anlamlıydı. Ressam, insana hayatın onunlayken dolu ve yaşanılabilir, onsuzken boş ve sıradan olduğu hissiyatını veriyor ve onu bir kez tanıyan kişiyi, onu tanımaya devam etmeye ve hatta ona saplanmaya mahkum ediyordu.
Bunu ona söylediğimde kısık sesiyle gülmüş ve "Yaşadığım hiçbir hayatta gardiyan olmadım Bomonti" demişti.
Bir çiçekten, kelebekten, özgür bir kuştan geldiğini düşündüm. O yaşadığı hayatların tamamında incitmeyen, naif ve özgürlüğüne düşkün biri olmalıydı. İtiraz etmedim.
Evde film izleyip sarılarak uyuyuşumuzun üzerinden iki hafta geçmişti. Birbirimizi bir aya yakın süredir tanıyorduk. Bu sırada gün be gün daha fazla, daha tutkuyla sevmekten ötesine gidememiştim. Zaman zaman bir hata, bir zayıflık, bir zaaf bulmaya çalışmıştım. Bulamamıştım.
Yanına her gidişimde başını yana eğerek gülümsüyor ve ellerini uzatıp parmaklarımı, avuçlarımı okşayarak ellerimi tutuyor, ikimizin ellerini de kendisine doğru çekerek göğsüne yapışmamı sağlıyordu.
Nasıl yaptığı konusunda hiçbir fikrim yoktu ama her defasında ilgimi çekecek bir konu bulmayı beceriyordu. Konuşmalarımız her defasında uzun ya da felsefik değildi. Bazen üç beş cümle kuruyor ve yan yana saatlerce sessiz kalabiliyorduk. Bir insan iki kişilik bir sessizlikten ne kadar keyif alabilirse, bu anlar bana o denli keyif veriyordu. Kimi zaman aklın almayacağı kadar saçmalıyorduk. Saçmalayışında bile konuyu alış götürüşü öylesine zekâ dolu oluyordu ki, tatlı, yaramaz bir oyun oynuyormuşuz da yeteri kadar muzır olmak bile yetersizmiş, yetecek olan, olandan fazlasıymış gibi geliyordu.
Benim görebileceğim yerlerde sigara içmemeye çabaladığını gözlemlemiştim ama hiçbir şey söylemedim. O da bunu göstere göstere yapmadı zaten. Sadece ben tuvalete giderken elini cebine uzattığını görüyor, ben duşa girdiğimde balkona çıkıp çakmağı ateşlediğini duyuyordum. Nadiren gergin oluyordu. Bunun benim ateş saçan gerginliklerimle alakası yoktu. Sanki boynuna kramp girmiş de kımıldayamıyormuş gibi sabit ve katı bir duruş sergilemesinin dışında kırıcı, üzücü hiçbir tavrı yoktu.
Hiç kavga etmemiştik. Edebileceğimizi de sanmıyordum. Sorunları kavga ile çözmek ya da bağırmak onun tarzı değildi. Onu bağırırken, küfür ederken, kızarken düşünemiyordum.
Bazen uzun süren telefon konuşmaları yapıyor ama kim olduğundan hiç bahsetmiyordu. İletişimimiz ve ona dair bildiklerimde de değişen çok bir şey yoktu. Zaman zaman konu kendiliğinden açıldıkça çocukluğundan, ailesinden, kardeşleriyle ilişkisinden, mesleğindeki ilk yıllardan, çizimlerinden, gezdiği şehirlerden ve hatta geçmişteki ilişkilerinden biraz biraz anlatıyordu. Bunları sırf o an o konu açıldı diye anlattığını bildiğim için ben de detay ya da daha fazlasını sormuyordum. Ama onun tarzının bu olduğunu anlamış, daha iyi benimsemiştim. Ressam tanınmak endişesinde değildi, paylaşmak düşündeydi ve ben, onu sorgulamaktan vazgeçip dinlemeye başlamıştım.
Sıkıntılı gözlerle etrafı izleyip uzun saçlarının dibini tamamen sıkıtından kaşıdığını gördüğüm gibi sordum.
"Burada olmak zorunda mısın?"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Bomonti İle Van Gogh
Romantik"Gitme" demek istedim. "Gitme beni bırakma. Ben senden önce nasıl yaşadığımı hiç hatırlamıyorum bile, devam edemem ki..." Ama bunu diyebileceğim bir adam yoktu karşımda. Olduğunu sandığım her kimlik, bildiğimi sandığım her detay yalandı. Sevgisi de...