İnsanın hayatında belirli dönüm noktaları vardır. Mahalledeki yakışıklı abiye aşık olunan an, ilk okula başlanılan an, okumayı öğrendiğinde takılan kırmızı kurdelenin yakanda bir madalyon gibi büyüyüp parladığını düşündüğün an, ergenliğe geçiş, ergenlikte olması mecburi gibi olan o ilk aşka düşmek ve mutlaka birilerini uzaktan sevmek, şiirler biriktirmek ve gözlemlemek, liseye geçiş ve okulun en beğenilen kızı olmak istediğin, başarabildiğini gördüğün an, mezuniyet, üniversite, evden ayrılış, öğrenci evi, kışın ortasında soğuk yurt odasında battaniye altında bir şeyler okurken baba evini andığın anlar, üniversite mezuniyeti, yetişkin hayatında kalbini titreten ilk sevgi, ilk kıskançlık, ilk merak, ilk sevişme, ilk iş bunlardan bazılarıdır. Her birinde, hayatının bambaşka bir noktaya doğru ilerlediğini ve hatta sürüklendiğini düşünürsün. Sen kontrol edemeden olaylar olur da sen figüransın gibi gelir.
Hayatın bana sunduğu tüm bu evreleri bir bir yaşamıştım. Bir bir atlatmıştım. Ama orada, güneşin nazlı ışıkları yeni yeni uzamakta olan otların üzerine vurup tatlı rüzgarların sertliğini yumuşatırken, o hamağın üzerinde, onun göğsünde yatarak ikimizin kendi kitabını okuduğu an vardı ki, hiçbir dönüm noktası bana öyle hissettirmemişti.
Onu tanıdığımdan bu yana, cesaret göstermiş, gitmiş, sevmiş, korkmuş, kaçmış, yakın durmuş, uzaklaşmış ve tasavvur edilebilecek her duyguyu ucundan kıyısından tatmıştım. Ama o an başkaydı. Onunla olan her an başkaydı ama o an, başkadan da başka, özelden daha özel, güzel kere güzeldi.
Mevsimler arasında savrulan, yaşamını oradan oraya göç etmeye, kalmamaya, hep gitmeye borçlu bir göçmen kuştum da her daim yaşayabileceğim nihai yuvayı bulmuştum sanki. Onun eşsiz kokusu, şefkatli göğsü, hırıltılı nefesi, serinkanlı soluğu tam da olmayı daima isteyeceğim yeri bana sunuyor gibiydi.
İki insanın birbirinden sıkılmadan, hiç yalnızlığa ihtiyaç duymadan, hiç usanmadan birlikte bir ömür devam edebileceği düşüncesini evvela tasavvur edemezken, şimdi anlıyordum. Ve o kavrayış, bana başka bir şeyi daha anlatıyordu.
Ne kadar kitap okusak da, gezsek de, görsek de, işitsek de, şahit olsak da yetersiz kaldığımız bir şey vardı. Tecrübe etmediğimiz şeyleri anlamak noktasında yetersizdik. En iyi empati kuranımız bile, bir noktada yetersiz kalıyordu. Şimdi onu tanıyınca iki insanın birbirine yetebileceğini, ara vermek ihtiyacı duymaksızın birlikte olabileceğini anladığım gibi, bunu daha evvel anlamama sebebimin, bu hissi tecrübe ettiğimde böylesine yakıcı olacağını öngörememek olduğunu da anlıyordum.
Gözüme vurup beni ısıtan ve mahmurlaştıran güneşe bakarken "Onu sevmekten vazgeçemeyeceğim" diye düşündüm. Ve bunu kabullendim.
*
"Bomonti?"
"Hm?"
"Sıkıldın mı?"
"Hayır. O nereden çıktı?"
"Okumayı bıraktın, daldın gittin."
"Yok, sıkılmadım. Düşüncelere dalmışım."
"Sesli düşünseydin keşke. Düşüncelerini duymayı çok seviyorum."
Gülümseyerek yanıtladım. "Ben de senin düşüncelerini duymayı çok seviyorum Van Gogh."
O da bana gülümsedi ve hafifçe başını kaldırıp dudaklarıma minik, şefkatli bir öpücük bıraktı.
"Sevdin mi kitabını?"
"Bundan yıllar yıllar önce, evet" dedim.
"Nasıl?"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Bomonti İle Van Gogh
Romansa"Gitme" demek istedim. "Gitme beni bırakma. Ben senden önce nasıl yaşadığımı hiç hatırlamıyorum bile, devam edemem ki..." Ama bunu diyebileceğim bir adam yoktu karşımda. Olduğunu sandığım her kimlik, bildiğimi sandığım her detay yalandı. Sevgisi de...