Gri

2.2K 240 89
                                    

Merhabalar canlar,

Bu bölümle birlikte Futbolcu'dan bildiğimiz ve yorumlayabileceğimiz kısımlar artık neredeyse bitmiş oluyor. Ufak tefek anılara vurgu yapmak dışında, artık bilmediğimiz bir dönemi takip ediyor olacağız. Dilerim o kısımları da seversiniz.

Ancak son birkaç haftada okumada da yorumda da düşüş gözlemliyorum. Bu beğenmemekten mi yoksa farklı bir sebepten mi bilmek isterim ve benimle paylaşabilirseniz sevinirim. Sevmiyor da olabilirsiniz, burada mesele neden sevmediğinizi çözümlemek ve birlikte sıkıntıyı çözerek ilerlemek çünkü... :) Hep söylediğim gibi, çiçek eserlerse su sizsiniz. Sevgiler...


*


Gözlerimi açtığımda bir an için, kısacık, mutlu bir an için beni kapı eşiğinde, hayata dair hiçbir umudu kalmadan diz çöktüren bir olayın varlığını hatırlamadım. O bir saniye, acıların birlik olup üstüme çullanmasından hemen önceki mutlu bir unutma anıydı ve hayatım boyunca o anlara tutunarak yaşamam gerektiğini anladığım bir saniye sonrası, kederdi.

Hemen doğrulmadım. Birkaç saniye daha ya da belki birkaç dakika, bilemiyorum, öyle sabit gözlerle karşıya bakmaya devam ettim. Acısını fiziksel olarak hissettiğim kalbim, sanki tam da oradan bir Avada Kedavra yemiş gibi çürümüş, etim kapkara olmuş hissi veriyordu. Bunu hak etmek için ne yaptığımı bilmiyordum. Bu acıyı hak etmek için, bu hayal kırıklığını, bu kederi, bitmeyecek bu sızıyı hak etmek için ne yapmıştım?

Derken yavaşça doğruldum ve sırtımı kapıya yasladım. Oturduğu koltuğa, çıplak ayaklarıyla yürüdüğü döşemelere, tutmazsa çıkamayacakmış gibi her defasında sıkı sıkı kavradığı merdiven tırabzanlarına baktım. Tırabzanların üzerinde güçlü, kemikli elinin adımlarıyla birlikte ilerleyişini gördüm.

"Kızı hastalanınca karısı aradı."

Cümleyi dışımdan tekrarladım.

Karısı... Sevgilimin karısı. Kızı. Kızları...

Bir çocuğum olmasını ister miydim acaba? Yani tüm bunlar olmasa? O zaman isterdim belki...

Ressam'ın kucağına oturur, onun mavi gözleriyle bakıp oyuncak ejderhasını tombul elleriyle babasına uzatarak sorardı.

"Baba, bu ne renk?"

"Mavi, kızım."

"Neden mavi?"

Gülerek, mavinin adının neden beyaz ya da sarı değil mavi olduğunu anlatmaya çalışan Onur'u izlerdim. Onur'u... Adı Onur olmayan Onur'u...

Bu asla gerçekleşmeyecek görüntüler, asla doğmayacak, asla soru sormayacak çocuğumuz, asla bir araya gelemeyecek biz, asla var olmamış olan Ressam, asla onu tanımayacak olan ben fikri öyle zordu ki, bir kez daha kalbim sıkıştı.

Anlatmam lâzımdı, içimden atmam lâzımdı. Zehri kusmam, kendime bir nekahet dönemi için izin vermem ve kendi yoluma yürümek üzere ayağa kalkmam lâzımdı.

Derin bir nefes alıp anında yerimden doğruldum ve etrafa bakınarak elimden az ileri fırlamış olan çantayı gördüm.

Artık kandırılmaya değil, yüzüme doğruların söylenmesine, nasıl atlatacağımı söyleyecek birine ihtiyacım vardı. Gülce'nin mantığı, bilgisi ve hatta bilimiydi beni kendime getirecek olan. Dağılamazdım, kopamazdım. Bir ip değildim ki yeniden bağlanıp daha sıkı olayım. Ben bütün kalmak zorundaydım.

Gülce'yi aradım.

Bir, iki, üç, dört, beş kere... Defalarca. Açmadı.

Gülce de Hakan'la görüşecekti. Belki o da kötüydü, belki o da yalnızdı, içine kapanmıştı. Ondan açmıyordu belki de. İçine kapanırdı tüm zor zamanlarda, susardı, yalnızlaşırdı Gülce.

Bomonti İle Van GoghHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin