Van Gogh'tan Mektuplar

3.2K 257 191
                                    


Çok ağlarım diye düşünmüştüm. Gelirse...

Gelmesini beklemiyordum. Ama eğer gelirse ne olur diye düşündüğüm, kurduğum onlarca, belki yüzlerce senaryo vardı. Her birini yüzlerce kez oynatmıştım aklımda. Onun söyleyecekleri, benim vereceğim yanıtlar, hepsi belliydi. Ama tüm bu senaryolarda, ağlıyordum. Ağlıyordum, çünkü onu bir kez daha görebilmiştim. Ağlıyordum, çünkü sonunda bunca acıya sebep olan şeyi öğrenebilecektim. Ağlıyordum, çünkü uzağımdan da geçse bir kez daha alacaktım kokusunu. Onu zihnimde yaratmadığımı, olmadığı her an dahi dokunurcasına hissettiğim benliğinin gerçekten var olduğunu bilecektim. Beni ne kadar üzmüş olursa olsun, gözyaşlarım minnet doluydu çünkü sorular bitecek, arzulanan son görüş karşılanmış olacaktı.

Tüm bunlar, senaryo iken muhteşemdi. Şimdi gelmişken, ölesiye merak ettiğim soruları yanıtlamışken, tane tane anlatmış, ağlamış, acı çektiğini söylemişken, elimden tutunduğum bu son umut kırıntısını da almış gibi hissediyordum. Çünkü hep, yalnızca bu ana kadar olan süreci planlamıştım. Aslında gelmeyeceğini o kadar kabullenmiştim ki, bu andan sonrasını planlama gereği duymamıştım hiç.

Üzgün müydüm? Kırgın mıydım? Aşık mıydım?

Sorunun cevabını öyle uzun uzadıya aramadım.

Kızgındım.

Aylardır bastırdığım, kırgınlıktan kendine yer bulamamış olan kızgınlık, çatlaklardan büyük bir tazyikle fışkıran kaynar su gibiydi. Çok sürmeden şiddetiyle tüm bariyerleri yıktı geçti ve daha önce önünde duran her ne varsa yakarak ilerledi.

Artık aşık, kırgın ya da üzgün değildim.

Kızgındım.

Lanet olası açıklamalarıyla kendini aklama çabasına kızgındım.

Beni aptal mı sanıyordu? Her şey bu kadar basitti ha? Tüm açıklama bundan ibaretti.

"Boşanmamak için hasta çocuğumu kullanan karım, çocuğumu bana karşı kullanır diye seenden her şeyi sakladım." İşte buydu. Özetlenince tüm hepsi bu kadardı.

Çocuğu için –eğer gerçekten öyle bir çocuk varsa- üzgündüm, içim sızlamıştı ama her nedense söylediği hiçbir şey gerçek gelmiyordu bana. Gitmiş, gidişiyle geride koskocaman bir acı bırakmış, gelmiş ve yanıtladığı sorular aslında hiçbir şeye cevap olmamıştı.

İçimde sinir öylesine yükseldi ki, nefes alamayıp tırnaklarımla boğazımı tırmalarken ayağa kalkıp salonda bir o yana bir bu yana yürüdüm. Elim saçlarımdan yüzüme, oradan tekrar boğazıma gitti. Bu muydu gerçekten? O harika açıklama, o beklenen sır, o çözülmez gizem, o gizemli adam! Bu muydu?

Bir zamanlar her şeyi söylesin diye delirirken, bu ihtimal beni dünyanın her bilgisine vakıf olacakmışım kadar heyecanlandırırken, şimdi gelip her şeyi açıkladığı için belki de, artık cevaplar cazibesini yitirmişti. Beni çeken, bana onu sevdiren sorulardı. Yalanlar, gizem değil. Olduğu kişi... Şimdi anlıyordum ki, mevzuu onun gizemli olması falan değildi. O saklamak zorunda oldukları yüzünden susan basit bir zamparadan daha fazlası değildi işte.

Kapı çaldığında birden durdum. Bir an için yerimden kıpırdamadan boş gözlerle zil sesinin geldiği tarafa baktım. Beynim donmuştu. Kimin geldiğini bile düşünemeyecek kadar kitlenmiş durumdaydım.

Serdar!

Panikledim. Nasıl açacaktım kapıyı? Ne diyecektim? Anlatacak mıydım? Elbette anlatmalıydım. Yalanlardan tiksiniyordum ve Serdar yalanı hak edebilecek biri olsa bile –ki değildi- ona yalan söylemeyi kendime yakıştırmazdım. Bilmeliydi. Ama şimdi mi? Ne diyecektim? Daha kendi düşüncelerimi bile toparlama fırsatım olmamıştı. Cümleleri arıyor da bulamıyor gibiydim.

Bomonti İle Van GoghHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin