Sıradan biriydim. Tabi ki benliğime işlenmiş çeşit çeşit yetenek vardı ama şöyle bir baktığınızda basit biriydim işte. Seul Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nde ikinci sınıf Resim bölümü öğrencisiydim fakat hobim fotoğraf çekmekti. Birçok kez Fotoğrafçılık okumadım diye kendime kızsam da, resim yapmayı da çok sevdiğimden bu iç savaşlarım kısa sürüyordu.
Çok arkadaşım vardı, sevilip sayılıyordum. Notlarım iyiydi, bölüm hocalarımla aram iyiydi, hatta okuldaki herkesle aram iyiydi. Fakat gelin görün ki ben, daha önce bir kez bile konuşmadığım ve büyük ihtimal asla konuşamayacağım birine sırılsıklam aşık olmuştum.
Kasım ayının insanın içini donduran soğuklarının kapıda olduğu bir gün, üniversiteye gitmek için yola çıkmıştım. Her şey sıradandı. Her zamanki gibi durağa yürümüş, her zamanki otobüse binmiş ve otobüste de her zaman oturduğum yere oturmuştum. Kulağımda son ses Arctic Monkeys çalarken, uzun süredir merak ettiğim fakat yeni aldığım Dönüşüm isimli kitaba bakıyordum. Sayfa sayısı az olmasına karşın, dünyaları anlattığına neredeyse emindim. Kafka'nın tarzı buydu.
Yüzümdeki gülümsemeyle kitabın açıklamasını okumaya dalmışken birden burnuma hoş bir koku dolmuştu. Koku duyum fazlasıyla güçlü olduğundan iyi veya kötü her şeyi anında algılayabiliyordum. Fakat şu an duyduğum bu eşsiz kokuyu daha önce hiçbir yerde almadığıma neredeyse emindim.
Ferah bir kokuydu, insanın içini gıdıklıyordu. Daha fazla kokunun kaynağına duyduğum merakı görmezden gelemedim. Hızlı hareketlerle etrafıma bakarken bir anda, bu otobüse bindiğim yüzlerce seferde asla rastlamadığım gri saçlı, masum yüzlü biri çarptı gözüme.
O an aklımdan yalnızca 'büyülenmek, nefesin kesilmesi, efsunlanmak' gibi şeyler geçiyordu. Ah, bir de 'benim olmalı' deyip duruyordum, ama içimden. Onu henüz tanımadığımdan bu gibi şeyleri onunla paylaşamazdım. Gerçi tanısam da onunla herhangi bir şey paylaşamayacakmışım gibi geliyordu çünkü kaşının hemen üstünde, güzel gri saçlarının arasından görünen yara bandı dikkatimi çekmişti. O kadar harika görünüyordu ki, bu küçük ayrıntılar yeni yeni doluyordu hatrıma.
Parmak boğumlarının morluğunu yeni görüyordum, göz altlarındaki halkaları da öyle. Sanki günlerdir uyumamış gibiydi ve sataşacak yer arıyordu. Fakat gözlerim kıyafetlerine ilişince tekrar arada kaldım, derli toplu görünüyordu.
O kadar garip ve ilgi çekici biriydi ki, onu tanımak istiyordum. Kulağımda Alex Turner son ses 'I wanna be yours' derken benim de aklımdan yalnızca onun olmak geçiyordu. Gri saçlarına dokunmak isteyen parmak uçlarım sızlarken, gözlerim küçük yüzünde takılı kaldı. O yaraları kıyıp da nasıl vermişlerdi ona? Gerçi böyle bile güzeldi. İlahi bir güzelliği vardı.
Gözlerimi üstünden çekemediğim kaç dakika birbirini kovalamıştı bilmiyorum fakat çene kemiği belirginleşip, kaşlarını çattığında paniğe kapıldım. O küçük, sevimli yüzü bir anda o kadar erkeksi gözükmüştü ki şok olmamak elde değildi. Fakat burada beni şok eden iki şey vardı. Biri; tabi ki bir anda değişen yüzüydü, ikincisi ise; gözlerini bir anda kocaman gözüktüğüne inandığım gözlerime kilitlemesiydi. Kımıldayamamıştım ve duyduğum tek şey kendi kalp atış sesim olmuştu. Sanki dakikalardır onu izlediğimin bilincindeydi, böyle düşünmüştüm çünkü gözleri asla etrafta dolaşmamış, direkt benim üzerime sabitlenmişti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Bite the Bullet | yoonkook
FanfictionJungkook yalnızca olmaması gereken birine aşık olmuş, bu sayede fazlaca büyüyüp değişmişti. Belki de Osho'nun dediği doğruydu; Sen dünyasın; o yüzden sen değişirsen, dünya değişir.