Ben geldim, bunun şerefine oy ve yorum alırım değil mi? Birazcık uzun oldu ama seversiniz siz. İyi okumalar🌸
Niall Horan - Slow Hands
Zaman görecelidir.
Yalnızca iki kelime. Birçok farklı insandan birçok kez duyduğum, on altı harf, yedi hece ve iki kelime. İlk ne zaman duymuştum bunu? Lisede olmalıydım. Net bir şekilde anımsayamasam da ilk duyduğumda liseye gidecek kadar büyük olduğumu ve bu iki kelimenin sınıfta büyük bir tartışma çıkardığını hatırlıyorum. Bense bu tartışmanın zamanın evrenselliğini savunan kısmındaydım.
"Zaman zamandır," demiştim. "Nasıl göreceli olabilir ki? Benim için altmış dakika bir saatse, senin bir saatin kaç dakika?"
O zamanlar insanlara bu savunmamın çok mantıklı geldiğini ve tartışmanın olabilirmiş gibi daha da alevlendiğini hatırlıyor olsam da, o zaman aklımda kalan en büyük şey karşıt fikirli birinin söyledikleriydi.
Yüzünü ya da ismini hatırlamıyordum fakat sesi aklımdaydı. "Senin bir saatin altmış dakika," demişti bana. "Çünkü belli ki hiç üzülmemiş, hiç merakta kalmamış ya da beklediğin birine kavuşmamışsın. Kavuşsaydın bir saatin on dakikaya indiğini görürdün, onunlayken zamanın nasıl çabuk geçtiğini aklın almazdı. Fakat tam tersi, acı içinde olsaydın bir saatin yetmiş dakika olurdu, birini merak ve endişeyle bekliyor olsaydın seksen, üzüntü içinde olsan yüz. İşte bu yüzden zaman kavramı görecelidir. Evrensel olduğunu hepimiz kabul ediyoruz zaten fakat zamanın akış hızı insandan insana değişir."
Etkilenip bir daha konuşmamış, günlerce kurduğu o cümleleri düşünmüştüm. Kavuşmak istediğim kimse yok muydu sahi ya da hiç mi acı çekmemiştim? Çünkü 'zaman ne çabuk geçti' veya 'zaman hiç geçmiyor' demediğimi fark etmek, bu düşünce sürecinde yüzleştiğim bir şeydi.
Fakat şimdi, aradan geçen beş belki de altı yıldan sonra, her şey daha netti ve yalnızca sesini hatırladığım kızın anlatmak istediklerini daha kolay anlıyordum.
Beklediğim biri vardı ve onunlayken zaman inanılmaz hızlı geçiyordu. Bu kişi aynı zamanda bana öyle çok acı çektiriyordu ki, o anlarda bir saat yüz, belki de iki yüz dakikayı buluyordu. Yüzünü biraz daha uzun görebilmek için uykumdan oluyordum çünkü geceden gün doğumuna hapsolduğumuz o yedi saat yetersiz geliyordu. Öyle ki dört yüz yirmi dakika boyunca onu izlediğime beni kimse inandıramazdı. Hatta o bile. Yalnızca kirpiklerini sayıp, oradan burnunun üstündeki küçük çillere geçtiğimde gün doğumu peşime takılıyordu. Öyleyse kirpiklerini saymam toplam dört yüz yirmi dakikamı mı alıyordu? İmkansızdı. Olsa olsa beş dakikamı harcamıştım o küçük kalp ağrıtan oklarda fakat saat benimle aynı fikirde olmuyordu akrep yedinin üstüne konarken.
İşte, kabullenişim de tam olarak böyle pekişmişti. Zaman tamamen, istisnasız ve net bir şekilde göreceliydi.
Oturma odasının büyük camının önüne çektiğimiz koltukta Yoongi'nin dizlerinde uzanmış, bunu düşünüyordum. Saat sekize yaklaşırken diğerleri hazırlanmak için odalarına çıktıklarında Yoongi yanıma gelmiş, kitap okurken ona eşlik edip edemeyeceğimi sormuştu. Açıkçası eşlik etmekten kastının dizlerine yatırıp saçlarımı okşaması ve onu aşırı çekici gösteren gözlükleriyle dikkatle kendi başına kitap okuması olacağı aklıma gelmemişti. İlk üç dakika afallasam da, şu an keyfini çıkarıyordum.
Yoongi çok güzel görünüyordu.
Sol eli saçlarımın arasında nazikçe gezinirken, sağ elinde tuttuğu Karanlığın Yüreği adlı kitabın sayfasını baş parmağıyla kolayca çevirdi. Beyaz teni siyah tişörtünden herhalde, daha bir parlaktı sanki. Dudaklarının rengi daha pembe, gözlük camlarının altından gördüğüm kirpikleri daha gürdü. Olabilirmiş gibi, bundan fazlası mümkünmüş gibi biraz daha aşık oluyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Bite the Bullet | yoonkook
FanfictionJungkook yalnızca olmaması gereken birine aşık olmuş, bu sayede fazlaca büyüyüp değişmişti. Belki de Osho'nun dediği doğruydu; Sen dünyasın; o yüzden sen değişirsen, dünya değişir.