Ufukta beliren güneş ışıkları geldikleri gibi gözden kaybolmuştu. Gökyüzü kasvetli, kara bulutlarla çevrilirken, aniden duyulan güçlü bir gök gürültüsü tüm sesleri bastırarak, sanki gelmekte olan kötü olayların habercisiymiş gibi atmosferde yankılandı. Bulutlar hızlı bir şekilde dağılıp da her yeri karanlığa boğarken, insanlardan yükselen çığlık ve bağırışmalar bu oluşan kasvetli havanın uğursuz bir senfonisi gibiydi. Hava umutsuzluk kokuyordu; her geçen dakika cansız bedenlere bir yenisi eklenirken burada nasıl umut olabilirdi? Her yer perişandı; toprak kanla yıkanırken gözün görebildiği her yer talan olmuş durumdaydı. Havadaki ağır, siyah duman ise yaşanan kıyametin yalnızca küçük bir göstergesi gibiydi.
Jensen derin bir öfkeyle etrafına baktı. Hissettiği adrenalinle kalbi göğsünün altında bir çekiç gibi atıyor, damarlarında hızla akan kanı kulaklarında gümbürdüyordu. Öfke ve nefretle kısılmış gözleriyle, yağmurun henüz söndürdüğü alevlerden çıkan yoğun dumanlar arasında usulca ilerledi.
İlerlediği yol boyunca önüne çıkan büyük taşları ayağının ucuyla iterek ilerlemeye devam etti. Bedeni öfkeyle yanan cehennem çukurundan farksızdı, fakat dışarında bakıldığında, yüzünde soğukkanlı bir katilin umarsızlığı vardı. Atının dizginlerini tutarak ilerlediği sırada önünde, büyük bir taşın altında sıkışmış olan askeri görünce yavaşladı. Elindeki dizginleri bıraktı ve yağan yağmurun altında yerde yatan adama doğru ilerdi.
Askerin göz kapakları yarı baygın bir şekilde titreşirken, dudaklarında belirsiz mırıltılar dolaşıyordu. Acı çektiği her halinden belliydi. Jensen ifadesini hiç bozmadan usulca adama doğru eğildi ve ona anlaşılmaz bir ifadeyle baktı.
"Bana hangi klandan olduğunu söyle." dedi Jensen düz bir sesle. Sormasa da, aklında emin olduğu bir isim vardı.
Asker sanki rüyadan uyanmış gibi gözlerini açtı ve Jensen'in suratına birkaç sessiz saniye boyunca baktı. Baktığı yüzü tanıdıktan sonra dudakları titreşerek iki yana doğru hafifçe gerildi. "Hıh," dedi asker, yüzünü kaplayan siyah lekerlerin ardından görünen dişleri kan içindeydi. "McGreen."
Jensen ifadesini bozmadan, "Demek beni tanıyorsun?" dedi.
"Elbette seni tanıyorum," Adam öksürdü, sarsılan bedeni taşın altında kalan bacaklarına şiddetli bir ağrı verirken inledi. Yüzünü buruşturarak, "Bu sefer bize hiçbir şeyin engel olmasına izin vermeyeceğiz, McGreen. Bu toprakları bize güzellikle vermedin, biz-" Asker bir kez daha öksürdü. Yutkundan sonra devam etti. "Biz de zor yolla alacağız." dedi, gözlerinde derin bir nefret vardı.
Jensen, rahat bir ifadeyle derin bir nefes alarak doğruldu ve bir ayağını adamın bacakları üstünde olan taşın üstüne bastırdı. "Demek öyle."
Asker güçlükle inlerken başı hafifçe yukarı kalktı. "Sen... ne dersen-" Tekrar acıyla inledi. "Lanet olsun!"
"Seni dinliyorum."
Adam derin bir nefes aldı. "Sen ne yaparsan yap, ne söylersen söyle. Bu toprakların hepsi... Campbell'a ait olacak!" dedi asker öfke ve nefretle dişlerinin arasından tıslayarak. Kalan son gücüyle adeta Jensen ve arkasındaki askerlerine bakarak haykırmıştı. Sonra başı tekrar yere düştü.
Jensen taşa bu sefer daha kuvvetli bir şekilde bastırdı. Adamın bacakları büyük taşın altında acımasızca ezilmişti. Asker acıyla feryat etti. Sabahın sessizlikle yuttuğu atmosfer, acı dolu haykırışla çatlamıştı.
"Ne kadar da emin konuşuyorsun?"
Adam sık nefesleri arasından, "Seni. Yendik. McGreen." dedi adeta tıslayarak. "Etrafına bir bak, artık her..." Gözlerini kapatarak acısını bertaraf etmeye çalıştı. "Her şey için artık çok geç!"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ateş ve Barut
Historical FictionLord Worhington'ın asi ve gururlu yeğeni Katherine Blackstone, amcasının onu acımasız bir lord ile evlendirmesine izin vermemek adına İngiltere'den kaçar. Ancak işler planladığı gibi gitmez ve Jensen McGreen ile karşılaşma talihsizliğine uğrar. Yayı...