13. Bölüm (Özel): Sonbahar Saçlı Kız

81 47 31
                                    

NOT: "Bu bölüm kanser hastalarına umut olabilmek için yazılmıştır. "

"Umut, siz yaşadığınız sürece her zaman vardır. Mucize, umutun kardeşidir. İlhamınızı, yaşama umudunuzu hiçbir zaman kaybetmeyin. Siz ruhunuzu yaşattıkça umut yanınıza gelir, sizinle tanışır. Mucize, sizinle dertleşir. Derdinizi dinler, size bir sürpriz yapar."

Bir rüzgar esti. Bir yaprak havalandı. Dalıp baktığım sarı yaprak. Acaba nereden gelmişti, nereyeydi yolculuğu bu sefer? Yolumuz aynı yere düşmüştü, onunla. Belki sadece bir ağaç dalından düşmüştü ama.. benziyordu kaderimiz.

Hüzünlenirdim, ne zaman güçsüzmüş gibi en ufak bir esintide havalanan yaprak görsem. Güçsüzdü de. Benim gözümde.

Kendime benzetirdim, sonbahara yenik düşen o sararmış yaprakları. Belki, sandığım kadar güçsüz değilimdir, bilmiyorum. Ama bir kardelen olmak isterdim. Kış canlısı. O kesici karların ortasında azimle dik durabilen bir kardelen. Soğuk kış rüzgarlarına rağmen direnebilmek isterdim. Güçlü ve azimli olmak. 

Sonbahar'dı benim diğer adım. Onun kadar hüzün kokar, onun gibi dağılırdım hayat denen köşkün dar köşelerinde. 

Sonbahar ne demek, iyi bilirim. En iyi ben bilirim onu. Sonbahar; kasvet demek, yorgun bir ağaç demek, güçsüz bir yaprak... 

Çok severim, küçüklüğümden beri, bu dağınık, kafası karışık mevsimi. Hüznün sembolü olan bu mevsimin dağınıklığı, beynimin içindeki düşüncelerin dağınıklığıyla eş değerdi. O yüzden kendime benzetirdim onu. Sıcak mı, soğuk mu olacağına karar veremez Sonbahar. Benim gibi.. kararsız ve duygusal.

Kardelen kışın bekçisi ama... Sonbaharın zarf pulu sarı yapraklarını, kardelene değişmem. O yapraklar, benim saçlarım. Rengarenk saçlarım.

Ne olacağına, ne yapacağına karar veremediğinde sonbahar, aniden bir yağmur başlar, uzun sürer mi, sürmez mi bilemezsin. Bulutlar ne kadar hasret yeryüzüne? Gök gürler mi, fırtına başlar mı aynı yerde? Yerinde saymaktan sıkılan, gitmek isteyen bulutlar artık kendini taşıyamadığı için dağılır yeryüzünde. Belki sadece birkaç damla kavuşur yeryüzüne, sonra birden bir yıldız gösterir kendini belki. Ufukta bir ışık görünür, güneş açar. Sen açarsın kalbime. Bana yol göster.

Gönderilmemiş mektuplarımın hüznünü taşıyor bu satırlarım. Sonbaharın hüznü gibi eş değer duygularım. Kaderiyle aynı, alın yazım. Kaç kere daha yazdım sana... Daha nice mektup var, yastığımın altında. Ama hiçbirini göndermedim. Dertlerimi sana anlatmadım belki abla ama... Kağıtlar tutamıyor sırlarımı artık. Yetmiyor sadece onların dinlemesi. Sen de bil istiyorum, sen de duy beni. Belki... bu mektubumu da göndermek istemem sana, bilmiyorum. Ama bir gün yerimi bulursan, söylüyorum sana. Yastığımın altında bütün yazdıklarım. Tüm o sararmış, buruşmuş, yırtılmaktan son anda kurtulmuş kağıtlar. Beni bulur da, ben o zaman yaşamıyor olursam; bu yazılarımı oku, anla beni ve sakın bana kızma olur mu? Her şey, korktuğum için şuan böyle. Biraz esirim de aslında. Nasıl, diye sorma. Öyle işte. Bir gün anlarsın beni. Öyle umuyorum. Hoşça kal, Hazan gülü.

Zarfın içinde bir de fotoğraf vardı. İçinde ise iki kız çocuğu. Biri diğerinden bir kaç yaş büyük görünen, bir kaç santimetre uzundu. Bir abla-kardeş karesi. "Abla..." Küçük fotoğrafın arkasında "O kaybolmadan 3 yıl önce. 8 yaşındayken." yazıyordu. Notun altında kalın, katlanmış bir biçimde yapıştırılmış bir kağıt daha vardı. Zarar vermeden çıkardı onu.

"Hazan Hikayesi."

"Kaybolduğumda sekiz yaşımdaydım. Hemen öldüğüm düşünülmesin diye kaçırıldığımı söylemişlerdi, kaçıranlar. Öldüğüm düşünülmeyecekti, henüz. Öldürülecekmişim gibi davranılacak, 'onu aramaya koyulursanız, öldürürüz' diyeceklerdi. Biliyordum tüm bunları. Konuşulurken duyuyordum. Peki, geçekten öldürülecek miydim? Onu bilmiyordum. Fakat beni kaçıran şahıslar, hepsi herhangi bir suçtan aranıyordu. Bunu biliyordum. Önceden çok haber izlerdim. Bilgili hissederdim haber izleyince. Ama dinlediklerim hoşuma gitmezdi. Sadece, 'haberim olsun'du derdim. Bu insanlardan korkuyordum. İnsan demek doğru olur mu, bilmiyorum. Hayatım boyunca hiç kimseden bu kadar şiddet görmemiştim. Hiçbir zaman bu kadar acı dolu hissetmeyecektim, emindim. Esir altında tutulduğum dönemler, üzerimde çok büyük bir ağırlık vardı. Hep yorgun hissediyordum. Bir yıl kadar sonra esir olmaktan çıkmıştım. Beni kaçıranlar, beni başka birine bırakmış, başka bir işle uğraşacaklardı. Beni bıraktıkları kişi yönetiyordu onları. Ondan daha çok korkmam gerektiğini düşündüm. Onları bu suça bulaştıran kişi oydu çünkü. Fakat en iyisi de oydu. Bana en iyi davrananı, en çok insan gibi olanı. Böyle düşünmemde yanlış bir şey olduğunu biliyorum fakat öyleydi. Bir kere diğerleri gibi beni bir odada kilitli tutmuyordu, yemeğimi suyumu hazır tutuyordu, televizyon bile izliyordum orada. Hiçbir şey demiyordu, kızmıyordu, bağırmıyordu. Yanımdan da ayrılmıyordu. Eğlendiğimiz bile oluyordu. Film izliyordu benimle, yemek yapıyorduk bazen birlikte. Derslerimden bile geride kalmamıştım. İyi bir öğretmendi. Onunla iki yıl yaşadım. Mutluydum. Ama yorgunluğum olmasa, daha mutlu olacaktım. Bir gün, uyandığımda yorgunluğum her zamankinden ağırdı. Yataktan kalkamayacak durumdaydım. Gözlerimi bile açamıyordum. Odaya girdi, baktı bana. Sadece kapıdan, baktı bir süre. En son gidecekken, gözünden bir damla gözyaşı süzüldüğünü gördüm. Odadan çıktığında, gözlerimi kapattım, uyumayı denedim. Kapattığım anda uyumuştum. Geri uyandığımda, başucumda bir bardak su ve yanında küçük bir hap vardı. Çok uyuduğumu hissediyordum. Çok uyumuştum, evet. Yanıma onun geldiğini gördüm. Daha iyi görünüyordu ama yorgun görünüyordu, uykusuz. Sordum ona. Ne kadar zamandır uyuduğumu, ayın kaçı olduğunu. Verdiği cevap beni şaşırtmaya yetmişti. Dört gündür aralıksız uyuyordum. Dört gün. Tam doksan altı saat. Üstümü değiştirmek istedim. Ona odadan çıkmasını söyledim. Odanın içinde bulunan dolaba ilerledim, içinden giyeceğim kıyafetleri çıkardım ve gördüğüm... Dolabın kapağındaki aynada gördüğümle, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Hiç bir zaman böyle ağlamamıştım. Böylesine şiddetli, böylesine acı dolu. Saçlarım yoktu. O uzun sarı saçlarım yoktu abla. Bu benim için tarif edilemez bir acıydı. Saçlarım.. en değerlilerim. Yoktu. Dökülmüşlerdi. Ağlaya ağlaya üstümü değiştirdim. Diğer odaya geçtim. Oturdum. O da gördü beni. İzledi. O kadar acıyarak bakıyordu ki, yerin içine gömülmek istedim o an. Çok utanç dolu bir andı benim için. Geldi yanıma. Beni takip et, dedi. Dışarı çıktık. Serinlemişti havalar artık. Yaz bitmişti. Hazan vakti gelmişti. Yapraklar bile hemen bırakmıştı kendini. Ama ağaçlarda hâlâ direnç gösteren sarı, kırmızı, kahverengi renkte yapraklar vardı. Ağacın yanına gittik ve rüzgar esip o yaprakları da düşürmesin hemen, diye topladı onları. Bant almıştı yanına. Yaprakları, saç olmayan kafama yapıştırdı. Bak, dedi. Rengarenk saçların var Hazan, dedi. Güldüm. Gülümsedi o da. Eve döndük tekrar. Aynada kendime baktım. Gülümsüyordum. Bu hâlde bile. Gülümsetmeyi başarmıştı beni. İşte bu da kan kanseri olan kız kardeşinin son mutlu anısı abla. Artık o kadar mutlu değilim, o kadar güçlü değilim. Ayağa bile kalkamıyorum. Zayıfladım. Kamer yemek yediriyor, bir kaç kaşık alıyorum ama yetmiyor. Güçlü olamıyorum. O beni mutlu etmek için her şeyi yapıyor. Ben de emeğinin boşa gittiğini düşünüp üzülmesin diye mutlu davranıyorum. Eve gelen doktorlar durumumun iyiye gitmediğini söylüyorlar ama iyi dayanıyormuşum. Kamer iyi ki yanımda. O olmasa bu kadar dayanamazdım. İyi ki var. Onun enerjisi ayakta tutuyor beni. Abla, bu yazım sana geç gelebilir. Belki bu mektup sana geldiğinde ben bu dünyada olmam. Vazgeçmişimdir savaşmaktan belki. Ama beni unutma olur mu? Beni ara. Belki de yenerim bu karanlığı. Belki, bulurum tünelin sonundaki o parlak ışığı."

Okurken gözlerinden firar eden yaşlara engel olamıyordu. Mektup bitmişti. Keşke daha çok yazsaydı, diye düşündü. Daha çok gönderseydi yazılarını, duysam onun sesini. Meğer kayıp zannettikleri, sonra öldüğünü düşündükleri kız kardeşi yaşıyormuş. Neler yaşamıştı bu melek. Neler kaldırmıştı o küçük bedeni. Ne ağır yükler yüklemişti sırtına, bu yaşında. Yüreği sızladı. Kızmak istedi Uzaklarda Bir Adam'a. Bunları şimdi söylediği için. Şimdi gönderdiği için. Çok geç kalmıştı belki. Belki göç etmişti kardeşi bu dünyadan. İstemiyordu. Görmeliydi onu. Sekiz yıldır görmemişti onu. Ne çok özlemişti. Sesini duymuş gibi olmuştu, yazılarını okuyunca. Sen benim en değerlimsin abla, derdi. O an karar verdi. Onun bunları yaşadığı yeri bulacaktı. Belki yaşıyordu hâlâ? Belki kendisini bekliyordur? Geç kalmamalıydı. Geç kalmadan gitmeliydi yanına. Sarılmalıydı. Sımsıkı. Kemikleri kırılana kadar. Gülümsedi. Mektuptaki tarih dört yıl önceyi gösteriyordu. Acaba geç kalmış mıdır?

1 Mesaj.

Kalbi hızlıca çarpmaya başladı. Bu sefer neye şaşırtacaktı acaba Uzaklarda Bir Adam? Bu sefer ne yazmıştı? Çok düşünmeden bildirimin üstüne tıkladı. Mesaj açıldı. Kayıtlı olmayan bir numaraydı.

"Abla?"

***

Selamlar! Yeni bölüm geldi arkadaşlarım. Çok geç kaldım değil mi? Sözünü tutmuyorsun Kelebek, dediğinizin farkındayım ama kusuruma bakmayın. Uzun zamandır bu şekilde sonuçlandırmak istediğim bir olayı nasıl anlatacağımı düşündüm, durdum. Toparlayamadım, sildim, tekrar yazdım derken sonunda sonuçlandırmayı başardım. Uzun uğraşlarım sonucu böyle bir bölüm çıktı ortaya. Ben beğendim, sizinle paylaşmak istedim. Umarım sizler de beğenmişsinizdir. Yorumlarda fikirlerinizi, hikâyem hakkındaki genel yorumunuzu, olumlu veya olumsuz eleştirilerinizi benimle paylaşmayı, yıldıza dokunmayı unutmayın. Bir sonraki bölümde görüşmek üzere!

(Bu sefer yine "bir sonraki bölüm çok yakında gelecek" demedim merak etmeyin. SŞLŞASŞLASSŞLSD. Öyle olduğunu siz biliyorsunuz zaten. ;) )

09/09/2020, Çarşamba

Kül SokağıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin