Yeniden hücreme geldiğimde, söyledikleriyle boğuşuyordum. Aslında ne demek istediğini az çok anlamıştım. Beyinler, makineler aracılığıyla sisteme bağlanmıştı. Anladığım buydu. Öte yandan, milyarlarca insanın beyinlerinin ellerinde olduğunu gösteriyordu bu. Elimde fazla bir bilgi olmamasının verdiği kafa karışıklığım hala sürüyordu. Havaya baktım, henüz kararmamıştı.
Hafif bir tıklamayla kendime geldim. Kafamdaki düşüncelere dalıp uyumuştum. Kendimden beklediğim bir hareket değildi. O yüzden, şaşkınca kıpırdandım yerimde ve tıkırtının olduğu yere baktım. Karşımda Cengo vardı. Kapımı açmıştı. Bu da zamanın geldiğine işaretti. Elindeki siyah çantayı bana doğru fırlattı. Hemen uzanıp, içindeki silahları kuşandım. Sonra da birlikte koridora çıktık.
Asansöre doğru adımlarken, bir yandan da yakalanma korkusu vardı. Eğer yakalanırsak, en zor iş Cengo'nundu. Çünkü, onun lensi ve iğnesi ona zorluk çıkaracaktı. Asansör aşağıya doğru hareket etti. Sarpların kaldığı yere vardığında açıldı. Karşımda Sarp, Barış ve onunla beraber iki kişi daha vardı. Biri Salim abiydi. Onu hatırlıyordum, ancak yanındakini tanımıyordum.
Onlar da asansöre binince, çantayı onlara uzattım ve silahları kuşanmasını bekledim. Bu sürede, giriş katına gelmiştik. Giriş katı ise, beklediğimizden daha kalabalıktı Karşımızda askerler vardı. Silahımı indirdim ve aralarına doğru adımladım. Aynı şekilde, kalabalık da benimle birlikte hareketlendi. Sıra, buradan kurtulmaktı.
Cengo önde, ben arkada ilerliyorduk. Tok bir sesle arkamızdan seslendi Başkan:
"Nereye gidebileceğinizi zannediyorsunuz?"
Bütün olanaksızlığın arasında, bir şeyler yapmaya çalışıyordum. Planlar kuruyor, kendimce kaynak arıyordum. Bu zamana kadar yaptığımda aslında buydu. Çünkü, bilginin insanı başarıya götüreceğini biliyordum. Geriye yalnızca tecrübe kalıyordu. Tecrübe ise, benim çoğu konuda sahip olduğum bir şeydi. Dövüşte oldukça iyiydim, aynı şekilde bilgisayar dünyasında elime su dökecek birinin de olma ihtimali zordur diye düşünüyordum.
Kendim hakkında ne biliyorum diye sormuştum o sesi duyduğumda. Bir sistem yaratılmıştı ve bu sistemde milyonlarca insan, sözüm ona yaşatılıyordu. Bir sanal ortamdı bu, ancak bunca yıllık birikimimi, hatta egomu alt üst ediyordu bu bilgi. En iyisini bildiğime inandığım bir olayda, şu an çok acemiydim.
Bu acemiliğimi bilgi ile örtmeye çalışsam da, hep karşımda planlarımın aksine süren bir hayat oldu. Yine bir plan kurmuştum. Hatta, Başkanın karşıma dikilmesi olasılığına karşı da bir planım vardı. Her zamankinin aksine, bu sefer durgundum sadece. Acelem yoktu, sakindim.
Bedenimden ziyade, zihnimin sakinliğine şaşırıyordum. Bomboştu içerisi. Sakince arkamı döndüm. Benimle birlikte gelenler, plana uygun olarak çoktan saklanmış ya da binayı terk etmişti. Yanımda yalnızca Sarp vardı. Dışarı çıkanlar, Barış'ı da almışlardı yanına. Söylemiştim bunu.
Arkamı döndüğümde ise, bana egosuyla bakan bir Başkan gördüm. Zihnini okuyabilseydim, "Sen benden kaçabileceğini mi zannediyorsun?" sesini mutlaka duyardım. Orada hissetmekle meşguldüm sadece. O hali, yine kendimi düşünmemi sağladı. Beni de Ekrem Albay yetiştirmişti. Aynıydı benim de kendime olan inancım. Ben de o kadar yenilmez hissediyordum.
Başarının adı değişiyor, kazanmanın anlamını sorguluyordum. Karşımdaki adam, bir sistem kurmuş, onun tabiriyle bir evren yaratmıştı. Oysa karşımda, beni yakalamış olmanın gururunu yaşıyordu. Zahmet etmiş, karşıma kadar gelmişti. Beni neden bu kadar önemsiyordu?
"Konuşmayacak mısın Sanya?" Sessizliği o böldü. Ben değiştirmedim kendimdeki durgunluğu. Susmaya devam ettim. Zihnimin, zehir kıvamındaki sessizliğine eşlik ettim ve yalnızca baktım.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
Sanya
Science FictionBambaşka bir İstanbul. Bomboş sokaklar, korkulu arayışlar ve cesur adımlar... Bu yeni dünyada ne amaçlanıyordu? Bu kadar hızlı bir değişim nasıl olabilmişti? Kabus muydu yoksa gerçeğin ta kendisi mi? Kalabalık şehir İstanbul'u hiç bu kadar ıssız...