Öksürerek kendime geldiğimde, bir sedyenin üzerindeydim. Nefes almaya çalışıyordum. Ağzımda su çıkıyormuş hissi veren böğürmemden arınmaya, ayılmaya çalışıyordum. Yüzüme kapakladığım elimi çektim. Hiçbir şey yoktu. Su, ciğerlerimi yakıyormuş gibi hissediyordum. Bunun fiziksel olmadığını anlamam da fazla uzun sürmedi.Taşlar yerine oturuyordu, ancak görüşümün düzelmesi zaman almıştı.
Yanımda iki asker vardı. Kendimi sedyeye bıraktım. Öksürüklerim azalıyordu, ancak hala vardı ve biraz zaman kazanmak içinde biraz da ekleme yapmıştım üzerine. Diğer tarafımda ise, önlük giymiş iki adam bilgisayar ekranlarına bakıyordu.
"Düzeldi." Bunu söyleyen de önlüklü olanlardı. O anda kafama geçirilmiş kabloları fark ettim. Ellerimi uzatıp, kabloları sertçe çektim ve attım. Bu hareketim, askerlerin üzerime gelmesine neden olmuştu. Tekmelerimi kullanarak onları savurdum. Ancak, daha fazlası geldi.
Kollarıma bacaklarıma yapıştılar. Ne kadar dirensemde kurtulamadım, kafama çuval geçti. Beni yeniden fırlattıklarında hücremdeydim. Yeniden rüya olup olmadığını kontrol etmek için ayağa kalktım. Değişen hiçbir şey yoktu. İçimden kapının kırılması ile ilgili bir ton emir sıralasam da değişmedi, her şey aynı kaldı.
İyi miydi, yoksa kötü mü bilmem ama rahatlamıştım. Kararsızlığım, gerçek dünyanın da pek kullanışlı olmadığı yönündeydi. Yani dünyada da bir savaş veriyordum, rüyada da değişen bir şey olmadı. Orada da bu binaya tıkılmıştım. Burada da değişen bir şey olmadı.
Duvara sırtımı yasladım ve çöktüm. Bana yaptıkları, beni epey yormuştu. Başım ağrıyordu ve ciğerlerimin zonklaması henüz geçmemişti. Aklıma Sarp, Barış, Emre ve diğerleri geldi. Sarp aşağıda nasıldı. Her nasılsa Barış da öyleydi. Muhtemelen bir yol arıyorlardı. Belki de bulmuşlardı. Umarım bulmuşlardı.
Ya Emre? Onu görmeyeli kim bilir kaç zaman olmuştu. Eminim endişelenmişti. Ben olsam endişelenirdim. Buse, Barış dönemeyince üzülmüş, hatta mahvolmuştur. Onun yerine kendimi koyup düşündüğümde ona hak veriyordum. Bir yanım da Barış'ı aldığım için pişman oluyordu.
Bütün bu düşüncelerimden, demir kapının açılma sesi ile çıktım. Yerimden kıpırdamadım, ama kulak kesildim. Adım sesleri yaklaştı. Demirlerden devi gördüm. Küçümser şekilde bakıyordu. O zaten umrumda olacak son şeydi. Eğildi ve ahşap kısımdan içeriye tabak bıraktı. Sonra da, hiçbir şey demeden çıktı ve gitti. Tabağın içinde biraz patates püresi ve biftek vardı. Uzanıp onu kendime çektim. Acıkmıştım. Yemeye koyuldum.
O şekilde yine kaç gün geçti saymadım. Günde üç sefer, dev yemek getiriyor, bazen de su bırakıyor ve kayboluyordu. Sonra geliyor, tabağımı alıyor, geldiği gibi gidiyordu. Demir kapının sesiyle dolmuştu küçücük alan. Tabağı almaya geldiğini düşünüyordum.
"Kalk." Kafamı kaldırıp ona baktığımda, hiç değişmeyen bakışlarını fark etmiştim.
"Nereye?" diyerek tersledim onu. Bıkkın bir nefes verdi.
"Kalkacak mısın, sürükleyeyim mi?" Bıkkın bir nefes de ben verdim.
"Adam gibi cevaplayacak mısın? Yarım kalan işini bitireyim mi?" Dişlerini sıktı.
"Başkan seninle görüşmek istiyor." Yerimden doğruldum ve önümdeki kapıyı açmasını bekledim. Açtı. Önüne geçtim. Kapıya döndüğümde, karşımda bir asker daha vardı. Bana doğru yürüyordu. Dev arkamdan kollarımı tuttu. Bıraktığında artık kelepçeliydi. Öndeki askerse başıma çuvalı geçirdi. Sıra yürümekteydi. Onlara zorluk çıkarmadım ve devam ettim.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
Sanya
Bilim KurguBambaşka bir İstanbul. Bomboş sokaklar, korkulu arayışlar ve cesur adımlar... Bu yeni dünyada ne amaçlanıyordu? Bu kadar hızlı bir değişim nasıl olabilmişti? Kabus muydu yoksa gerçeğin ta kendisi mi? Kalabalık şehir İstanbul'u hiç bu kadar ıssız...