Merhaba dostlarım :)
Nasılsınız? Umarım her şey yolundadır.
Yeni bir bölümle daha karşınızdayım. Umarım beğenirsiniz :)
Bu bölümden sonra, aksiyonun dozunun yavaş yavaş artacağının haberini paylaşmak isterim sizinle.
Evet bu bölümde okuyacağınız bazı şeyleri sevmeyebilirsiniz.
Ancak bundan sonra, aksiyon, korku ve dahi azim ve kararlılık artacaktır.
Şimdi sizi bölümle baş başa bırakıyorum. :)
Geldiğimiz sığınak oldukça büyüktü, ancak biz bir kısmını kullanıyorduk. Bu bir kısım içine bir oda ve mutfak giriyordu. Sığınağa girdiğimiz merdivenlerden sonra ince uzun bir koridor ile karşılaşıyorduk. Birkaç metre ilerde bizi odanın kapısı karşılarken, az ilerisinde ise, koridorun sağ ve sol yanındaki duvarlar yerini bir odaya bırakıyordu.
Fil yutmuş Boa yılanı görüntülü sığınağımızda, mutfağın karşısındaki boşluğa bir koltuk ve birkaç minder bulunuyordu. Var olan battaniyelerden birini ikiye katlamış arasına girmiştim. Karşımda duran mutfak tezgahına öylece bakıyordum. Kafamın altına koyduğum, yastık niyetine kullandığım, minder bir gözümün kapanmasına neden olmuştu. Tek gözümün de mutfak tezgahı ile ilgilenmediği ortadaydı.
Uzun bir sürenin ardından, kulakları sağır eden bir sessizlikle yine baş başaydım. Neler olduğuna dair sorduğum hiçbir soruya cevap alamamıştım. Battaniyeye yığılmış bedenim her defasında daha da yorgun oluyordu. Artık uyuyamıyor, uyuyabilsem bile bu en fazla birkaç saatten ibaret oluyordu. Dinlenemiyordum.
Bu sığınağa geldiğimizden bu yana ne kadar zaman geçtiğini hatırlamıyordum. İşler iyice kötüye gitmişti ve biz hala bir yol arıyorduk. Bir yol olmalı diyordum her seferinde, öğrenebilmeliyiz neler olduğunu ve savaşmalıyız. Neyle savaştığımızı bilmiyorduk. Hatta bu şekilde sadece bilmediğimiz bir şeyden kaçıyorduk. Tek yapabildiğimiz buydu.
Nüfus müdürlüğü arşivinden topladığımız hololardan işe yarar tek bir ipucu bulamamıştık. Bulduğumuz tüm o isimlerden biri bile bize yardım etmemişti. Geneli aileleri ile olan anılarını saklamıştı o disklere. Aşklarını, dostluklarını ve dahi nice hatıralarını.
En önemlisi de Emre'ydi. Artık asla eskisi gibi olamayacaktı. Normal şartlarda olsaydık belki tedavisi yapılabilirdi, ama artık onun içinde çok geçti. Ona saldıranların bir imzasını taşıyordu artık üzerinde. Yarasını çok fazla deşmişlerdi, acımamışlardı. İyice kötüleşen bacağına tek çare olarak kesmeyi bulmuştuk.
Ayaklarına kan gitmiyor, ağrıları dayanılmaz şekilde artıyordu. Ateşi düşmüyor, ağrılarına hiçbir ilaç da merhem olmuyordu. Sarp'la yaptığımız şeyi ikimiz de sevmedik. Emre'nin hiç sevmediği zaten aşikardı. Ancak onu kaybetmemek için ikimiz de başka bir yol bulamamıştık.
Aslında yanımızda bir doktorun olmasına ne kadar ihtiyacımız varmış öğrenmiş olduk, ancak bu tecrübe edilen bilgi maalesef Emre'nin bacağını kurtaramadı. O gün, onu bırakıp nüfus müdürlüğüne gittiğim için çok pişmandım. Sarp'ın da benimle aynı şeyleri hissettiğini gözlerinde görebiliyordum. Yine de bu pişmanlığımı açmadım ona. O da, sanki anlamış gibi eşlik etti sessizliğime, açmadı konusunu.
Gözüm takıldığı noktada kalmıştı. Önümden biri geçti. Hareketsizliğim ile gördüğüm şey, iki adet bacağın önümden yavaşça geçişiydi. Kulaklarımı tırmaladığını hissettiğim, zorla çekilen terliklerin çıkardığı sürtünme sesiydi. Nihayet bu ses yerini koltuğa gömülmenin çıkardığı bir yığılmaya bıraktı.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
Sanya
FantascienzaBambaşka bir İstanbul. Bomboş sokaklar, korkulu arayışlar ve cesur adımlar... Bu yeni dünyada ne amaçlanıyordu? Bu kadar hızlı bir değişim nasıl olabilmişti? Kabus muydu yoksa gerçeğin ta kendisi mi? Kalabalık şehir İstanbul'u hiç bu kadar ıssız...