Ζωντανές Ψυχές

86 10 14
                                    

  BÖLÜM YİRMİ YEDİ: YAŞAYAMAYAN RUHLAR


 

O gece hava her zamankinden daha soğuktu. Ya da içleri titreten bir ruh işgal altına almıştı havayı. Dondurucu bir buz kapladı etrafı. En çokta kalpleri. Ölülerin titreyen bedenleri, kısık bir mum ışığının altından isyan ederlerken şah damarına bir bıçak dayanıyor. Hava soğuk, üşüyorsun. Ölüyorsun. O gece her şey duruyor. Yalnız başına akan senfoniler duruyor, kuşların özgürlük isyanları diniyor. Zerre yaprak kımıldamıyor etrafta. O gece her şey daha mavi oluyor, her şey daha siyah. En çokta mavi ama. Senin kararmış ölü ruhunun içinde bile mavi var çünkü. Boynundaki bıçağın soğukluğu tüm bedenini ele geçiriyor. Bedenin mavi oluyor. Bir kar tanesi düşüyor göz yaşına, en çok sen mavi oluyorsun o gece. En çok sen ölüyorsun. 

Gün ışığının kahverengi gözlerimi aydınlatmasıyla rahatsızca geri yattım uyuduğum kanepeye. Burnumu huzurlu bir koku doldurdu. Gözlerimi kapadım yavaşça. Kollarımın arasındaki kazağı daha da bastırdım kendime. Bir kış ayının ortasında yağan karların beyazlığıyla kutsanmış kirli şehir kadar naif ve beyazdı kokusu. Evet, beyaz. Eğer kokusuna bir renk verebilecek olsaydım beyaz olurdu bu. Huzurun, asaletin rengi. En çokta her şey demek beyaz, hiç bir şey gibi. Onun benim için her şey olması ama duygularımın bir hiçten ibaret olması gibi. Burnuma dayadığım kazağı kenara koydum ve artık kanepede yatmaktan çok fazla ağrısını çektiğim belimi tutarak kalktım. 

Güneş tam gözüme çakıyordu. Güneşin aydınlatacağı biri değildim ben. Ben ne Güneş'e, ne Ay'a yakışırdım. Bence insanlar fiziksel ya da kişilik özellikleriyle ya Ay'ı ya da Güneş'i temsil ederlerdi. Bense Güneş'e layık olamayacak kadar ölü, Ay'a layık olamayacak kadarda bir hiçtim. Ay'ın beyaz asaleti vardı, karanlıktı belki, ama en çok beyazdı. Ruhu ince bir zarafetle kaplıydı. Bir balerin kadar naifti. Güneş ise neşe ve yalnızlık kokuyordu. Parlaklığının yanında getirdiği kadar yalnızdı Güneş. Ama dışı kadar güzellik ve tehlike kokuyordu içi. 

Pencerenin yanına gidip perdeyi kapattım. Mutfağa girip kendime mısır gevreği koydum ve masaya oturup yemeye başladım. Tanrım, bu mısır gevrekleriyle tam tipik hollywood Amerika'lı ları gibi oluyordum ama sadece istemiyordum. Kendime özel hiç bir şey yapmak istemiyordum. Bu ülke, berbattı. Evet, artık her şey gibi bu ülkede tam bir rezalet haline gelmişti gözümde. Siktiğimin Amerikan emperyalizmi. Hepimizi esareti altına almıştı. Elimizdeki son moda telefonlarla, bize yağ yığını sağlıksız yiyecekleri dayayan, sektörlerin insan zehirlemekten başka işe yaramadığı, sadece zenginin kazandığı, asgari ücret alan bir işçinin bile sağcı bir kapitalist yanlısı olduğu bir devirde yaşıyorduk. Bize ne oluyordu böyle? Kendimizi birer birer çürütüyorduk. Kendimizle birlikte çevreyide çürüyorduk. Makineleşiyorduk... Büyük bir tüketim çılgınlığının içinde kendimizi köle yapıyorduk. İnsan, kendi içinde bir köle, çevreye karşı ise bir Tanrı'ydı. Bir kumarbaz. 

Yemek bulaşıklarımı yıkadıktan sonra odama girdim. Üstüme kalın bir kazak, altımada rahat bir tayt giydikten sonra kendimi yatağıma bıraktım. Gözlerime kapattım yavaşça. Bir süre sadece gözlerim kapalı bir şekilde yattım. Sadece, hiç bir şey yapmadım. Yumuşak bir yere yatmanın verdiği hisle gevşerken gözlerimi açtım. Yatağımın yanındaki komodinin çekmecesine uzattım elimi. Çekmeceyi açarak içinden çıkardığım sigara paketinden bir dal aldım ve sigara paketini bir kenara fırlattım. 

Eskiden hiç sigara içmezdim. Sigarayı sevmezdim de. İnsanların ciğerlerini zehirlemesinden başka bir şey değil derdim. Son bir kaç yılda ayda bir kere ara ara içmeye başladım. Belki de o kasvetli gecenin ardından ufak çaplı bir isyandı bu. Ölmeyi dilemek gibi. Ama hayır, hayır hayatımda sadece tek bir kere intihar girişiminde bulunmuştum. Aynı gecenin sabahında... 

Uyumsuz Hayaller | Cameron MonaghanHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin