Ego Yaraları/Ölüm Vadisi

81 93 0
                                    

   İntihar, ihanet, tutku, haz; coşku, huzur, neşe ve naz.
Sevgiyi herkes bilirdi, çoğu insan ailesiyle ilişkilendirirdi çünkü sevilmeyi en çok hak eden kişiler bizi dünyaya getirenlerdi. Başka birinin canını almamız için bana can veren bu ailemi nasıl bağdaştırabilirdim sevgiyle? Nasıl sarılabilirdim ki diriye; ölüyü tatmışken? O eski çiçeksi sıcak kokuya kavuşabilirdim toprağı ciğerlerime doldurmuşken? Zor gecenin sabahıydı bu, tek farkı zor gelen şeylerin gecede tıkılıp kalmamasıydı. Gözlerimi kapatmak, onları açmak, gerçeklikten sıyrılıp kâbuslardan korkmak, zordu.

   Siyah ya da beyaz olmaktan vazgeçmişti ailem, ihanet kokusu sarmıştı havayı aşkı bırakıp. Bunu göz yaşlarından kırgınlıklardan anlamıştım; en yakın geçmişe götürdü beni bu anılar. Yalan, dolan, deli hissettiren baskıların göz yaşları gibi kokuyordu yeniden hava. Nazlı burun çekişlerinin peşini takip eden çekingen saklanışlar vardı. Aradığım, özlemini duyduğum mutlu yüz kalbinin içinde bir yerlere hapsolmuş, yansıtmak istemediği çehresini avuçları içerisinde hapsediyordu. Duvarların içinden gelen bir fısıltı gibi yavaş ve boğuk çıkıyordu sesi. Üzgün hissettiriyordu, bana, babama, Ege'ye, fazlasıyla kendine. Gitmesi gerektiği bir yeri varmış gibi davranıyordu yuvasında, burayı yuvadan uzaklaştıran, böyle hisseden tek kişi bendim oysa; yanılmışım.

Yüzü bir cenaze arabası, ben yanından gülerek geçen bir yaya gibiydim. Bir sonrakinin ben olmadığını nasıl bilecektim? O orada kuru tahtanın içinde sonsuz bir uykuya yatarken karşısında buruşmuş yüzünü izleyen ben, aşağı doğru sürükleniyordum. Yeterince dibe battığımda alevlerden oluşan bir gölün içine mızraklarla sokuluyordum. Onun yüzü gül dikenleriyle dolu bir servet gibi, benimki karşısında gülen yayadan farksız...

   Sadece gerçek yalancılar yalandan nefret ederdi, şimdi onun bu ihanetini iyi oluşunu kaldıramıyordum. Yokmuşuz gibi gülümseyip hiç var olmamışız gibi kahkahalar atıyordu ıslak avuçlarının içinden. Sinirleri bozulmuştu, davranışlarının bana benzer olmasındandı belki içime dolan huzursuzluk. Nasıl hissettiğini, neden böyle olduğunu soramıyordum zira o bana bunu cevaplama hazzını yaşatmamıştı, ben rahatlamamıştım şimdi neden o huzura ermeliydi?

*

Sessiz fırtınaların habercisi de olabiliyordu kaoslar. Kaos gibi hissettirenler, cezasını erkenden verilen fanilerin ödülüydü fırtınanın dinmesi. Okyanus taşacakken kumları süpürerek sakinleşmiş gibiydi. Kadın durulmaktan korkuyordu, kendisine değildi korkusu, öfkesiydi bu bir başkasının. Pişmandı çünkü pişman hissetmiyordu. Öfkeliydi çünkü öfkenin hazzını yaşatan nefret dolu git geller yaşıyordu. Nefreti en güçlü duygu sanıyordu, onu kaybetmek istemiyordu. O sandığı bir duygudan ibaret de değildi üstelik. Duyguları biz değil, bize hissettiren insanlarla anardık. Kadın nefret sanar iken aşkı anımsıyordu bu yasak ilişkisinde. Kalıcı gözüyle bakmadığı, heves sandığı adamın hediyesini taşıyordu karnında. Onun hediyesi kendisine ızdırap, intiharlar çektiriyordu. İhanetin tutkusuna kapılmış, sakin okyanusların üzerinde kürek çekerken okyanus taşmış kumları yutuyordu bile. Kum sandıkları ailesi olmuş, fark edemeden yok olmasına bir adım, bir söz, ramak kalmıştı. Kimse yalnız başına kaos, fırtına olamazdı. Ne tek rüzgar vardı ne de tek bir kum tanesi. Küçümsenen şeylerin altında kalmaya alışması gerekiyordu çünkü acılar nesillere aktarılırdı. Zavallı kızı...

---...---

    Sessiz mırıltıların arasında saklı kalan sırlar, kalemin ucunda hayat bulan kağıtlara dönüşüyordu. Buz dolabından sökemediğim resmi kibarlıkla çekildiğinde yere süzülerek düşmüş, kaldırıp ölüden uzak, canlı yüzüne bakıyordum. Dişleri hiç kanı tatmamış gibi ak, yüzü hüzne bulanmamış gibi aydınlık, güneşi topluyordu suratına. Ölü ile diri arasında dolaşan arafın iplerine tutunuyordu zihnimin içinde. İpler onun elindeyken bir başkası da olabilirdi, bende. Kendime dönmeme bir parmak uzaklıktaydım, ya ipleri bırakacaktı ya da bırakacaktı, ipler bir bıçak gibi kesip o gün yüzünü batıya çevirecekti. Bu sefer birini kaybetmemiştim zira çok erken bulunmuştu. Kayıp giden sırtıma sarılan kolları, gömleğinden süzülen kırmızısı, iyileri olmuştu çünkü bir ölüyü kimse kötü hatırlamaz derlerdi. Nasıl olduğu değil ne olduğuydu artık, kendine insan olduğunu unuttuğu varlığa dönmüştü, muhtemelen evrilmişti.

EGO YARALARI Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin