En az 190 cm boy. Geniş omuzlar, açık kahverengi saçlar ve koyu kahverengi gözler. Kemikli uzun bir burun. Arsız ve çarpık bir gülüş. Gri takımının içindeki bu adamı maalesef ki ilk görüşte tanıdım.
O yağmurlu lanet günde annemle dudak dudağa gördüğüm adamdı.
"Merhaba. Sen şu meşhur Aria olmalısın" diyerek yavaşça beni kenara itip içeriye girdi.
O kadar şaşırmıştım ki resmen donup kalmıştım. Beni ittiren elini kolumda hissettiğimde tiksinerek geri çekildim.
"Eviniz de pek sessiz yoksa geç mi kaldım?"
Silkelenip kendime geldim ve hemen arkasından onu takip ettim.
"Bekler misiniz? Bu ne küstahlık. Siz de kimsiniz?"
Salona girdiğimizde babam ayağa kalmıştı, annem ise hala sandalyesinde oturuyordu. Gelen adamı görünce kılı bile kıpırdamadı.
Babam, geleni görünce kaşlarını çattı ve öne doğru bir adım attı;
"Senin ne işin var burada ha?"
Öfkeyle anneme döndü;
"Daphne?"
"Hey dur yavaş, yavaş ol David. Seni herkes misafirperver biliyor. Öyle değil mi küçük kız? Baban-"
Babam beni farkedince yüzü birden değişti. O hep bahsettiği poker face ifadesizliğine dönmüştü.Annem ayağa kalkarak;
"Adam, uzun zaman oldu. Ne vardı? " diyerek adamın sözünü kesti.
"Anne bize bir açıklama yapacak mısınız?" diyerek annemle o iğrenç adama baktım.
Adam sürekli ceketiyle oynuyordu. Huzursuz gibiydi ama kendisini olabildiğince lakayt olmaya zorluyordu.
"Kızım sen odana çık. Biz biraz iş konuşalım."
Sağ kaşımı kaldırıp; "İş mi?" dedim.
Babam çenesini aşağıya eğip gözlerini gözlerime dikti. Bu ciddi bir git uyarısıydı. Bir şey demeden odama çıktım. Öncelikle kapımın önünde durup onları dinlemeye çalıştım ama sesler net gelmiyordu. Lanet olsun kesin babam bu konuda bir şeyler biliyordu.
Bir hışımla yatağımın üzerindeki kulaklığımı alıp balkona geçtim. Doğum günümde ebeveyn kavgası, hatta aşk üçgeni kavgası, harika!
Nasıl da evimize kadar gelmeye cüret etmişti? İkisi de mide bulandırıcı.
*
Gözümü araladığımda uçsuz bucaksız bir karanlıkla karşılaştım. Ağır bir göz kırpış... Görüntü netleşti ve karanlığın etrafını ağaçlar sardı. Yavaşça doğruldum. Bir bankta yatıyordum. Etrafıma bakınıp küçük gölü gördüğümde neler olduğunu hatırladım. Bayılmıştım demek.
"Sirius?"
Yanımda yoktu. Sola dönüp ileriye baktığımda seyyar markette olduğunu gördüm. Derin bir nefes alarak kalbimi sakinleştirmeye çalıştım. Deli gibi çarpıyordu. Korku, büyük bir korkunun yansımasıydı kalp çarpıntım.
Arkadan gelen ince bir kuş sesi duyduğum gibi hemen o tarafa döndüm. Sert bir rüzgar esti. İçim ürperdi. Vücudum titredi.
Nedense "Sirius" diye fısıldadım.
Tam o anda oturduğum yerden destek aldığım elimde karıncılanma hissettim ve baktığımda parmak uçlarımda 2 küçük papatya gördüm. Hızla ayağa kalktım, Sirius'un olduğu tarafa baktım. Bana doğru geliyordu. Hemen etrafımda birileri var mı diye baktım ama tabii ki yoktu. Sirius ayakta olduğumu farkedince koşarak geldi.
"Napıyorsun otur, otur. Aniden kalkılır mı? Bir şey yok baygınlık geçirdin sadece" diyerek elimden tutup beni oturttu.
Yere düşen papatyaları alıp yüzüne doğru fırlattım.
"Nasıl bir manyaksın bilmiyorum ama ben bu oyunda yokum." diyerek ayağa kalktım ve geldiğimiz yöne doğru hızlı adımlarla ilerledim.
Başımda korkunç bir ağrı ve bedenimde sıfır güçle zorlansam da belli etmediğimi umarak hızla caddeye çıktım. Oyun istiyorsa ona istediğini verip pişman etmeyi düşünmüştüm ama hayır, hiç vaktim yoktu bu saçmalıklara. Çiçek ha? Çiçek? Nasıl bir aptallık gerçekten aklım almıyor. Tanrım nasıl manyakların eline düştüm ben?
Işıklarda beklerken zihnime bir yıldırım düştü. Kahretsin çantamı unuttum, kahretsin!
Arkamı döndüğümde tabii ki büyük ama sakin adımlarla Sirius'un elinde su ve çantamla geldiğini gördüm. Süper, nereye gidiyorum ki zaten?
Kendimi inanılmaz zavallı ve çocuk gibi hissettim. Yeşil ışığın yandığını haber veren ding sesini duyunca hızla karşıya geçtim. Otele gidiyordum. Otele gidiyorduk.
**
Başka siyah bir arabayla saatlerdir yoldaydık. Arka koltuklara uzandığım fiziksel olarak rahat ama manevi olarak inanılmaz zor bir yolculuktu bu.
Araba durdu ve ikimiz de arabadan indiğimizde öğle güneşi tüm hırçınlığıyla gözlerimi yaktı. Florida'daydık. Oldukça kalabalık bir cadde ve bitişik binaların olduğu gürültülü bir sokak. Sirius valizimi ve çantasını alarak her zaman ki gibi önden ilerledi. Ben de çantamı alıp onu takip ettim. İki apartmanın arasından dar bir geçitten geçerek daha sessiz ve çok daha az temiz başka bir dar sokağa çıktık. Sağa dönüp biraz yürüdükten sonra beyaz bir apartmanın giriş merdivenlerinin önünde durduk. O, yukarıya bakıp derin bir nefes aldı ve merdivenleri çıkmaya başladık.
Dış kapıdan hariç içeride de bir kapı vardı. Tüm kapıları anahtarla açarak hemen girişte bulunan merdivenlerden yukarı çıkmaya başladık.
Bina eski ama çok güzel bir yapıydı. Üçüncü katta; oldukça az ama güzel, minimal dekore edilmiş bir daireye girdik.
"Son durağına hoş geldin. Bugün tüm soruların cevaplarını bulacak ve daha büyük sorulara koşacaksın."
Sirius'un tripli konuşmasına cevap vermedim. İnanılmaz değişken bir ruh hali vardı.
Pencere kenarındaki koltuğa oturdum ve sokağı izlemeye başladım. Biz içeri girdikten neredeyse yarım saat sonra sokak kapısına doğru gelen tanıdık bir sima gördüm. Siyah gözlüklü ve siyah deri ceketli bir adam elleri cebinde, tedirginliğini belli ederek kapıya doğru hızlı adımlar atıyordu.
Giriş merdivenleri çıkmadan yukarıya, olduğum pencereye doğru bakınca gözlerimiz buluştu.
"Bir sen eksiktin" dediğimde Sirius elindeki bardağı sertçe masaya koyup yanıma geldi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KİMLİKSİZ (NO ID/EA)
Science FictionO sadece doğum gününü kutlamak istemişti, diğerleri ise kağıdın intikamını kanla almak... Tüm hayatını ve hatta kendi kimliğini yitirmişken, adaleti intikamla sağlamak isterken kendisini paralel evrende bulan genç bir kız. Yitirdiklerinin mutlu oldu...