Gözlerimi yorgunluğa karşı direnerek araladığımda kendimi havada buldum. Thorn kanatlarını sabit bir şekilde uzatmıştı. Gökyüzünde süzülüşü narin bir kuşu andırıyordu. Ama dürüst olalım, kokusu işi bozuyordu.
Kollarımı iki yana açarak esnedim. Ilık hava tenimi yalayıp geçiyordu. Bacağımın sancısı azalmıştı ama hala varlığı belli oluyordu.
Üstümde kalın pembe bir mont, uzun (bileklerimi bile geçen) bir kot pantolon ve spor ayakkabılar vardı. En son üstümde bunlar mı vardı yoksa sonradan mı üstüme geçmişti hatırlayamamıştım. Sinirimi azıcık bozsa da salladım.
Kendimi sürükleyerek Thorn'un boyun hizasına çıktım. Bacaklarımı boynunun her iki yanından sallandırarak özgürlüğün tüm benliğimi ele geçirmesine izin verdim. "Neredeyiz?" diye uykudan çatallaşmış sesimle sordum.
Thorn ofladı ama montun cebindeki harita varlığını belli edercesine ısınıyordu. Sonunda dayanamayıp haritayı çıkarttım. Elime aldığım gibi soğumaya başlamıştı.
Haritayı açarak içine baktım. Harekete geçtiğimiz nokta yokolmuştu. Bilgisayar farelerinin ekranda duruşu misali mavi bir ok sürekli 'Trabzon' yazısına doğru yaklaşıyordu. 'Büyücü teknolojisi' diye düşündüm.
"Ben sana hedefi söylememiştim ki, nasıl bildin buraya geleceğimizi?" diye kendi kendime mırıldandım.
Ama Thorn beni anlamış gibi silkindi. Ona tutunmak için boynundan sarkan tüylere tutundum. Sanki bana yanıt veriyordu. "Harita yönlendiriyor. Büyücü teknolojisi."
Başımı sallayarak Thron'a tekrar baktım. Sanırım deliriyordum. Az önce Thorn'u konuşturmuştum. İçimden alaycı bir kahkaha attım. Hafıza kaybı kafa yapmıştı.
Bacağımı salladım. Hala acısı hissediliyordu ve ben bir ejderhayla şehre girmeyi düşünmüyordum. Haritayı tekrar çıkarttım. Trabzon ve mavi ok adeta bana sırıtıyordu. Baş parmağımla işaret parmağımı haritaya yaslayıp birbirlerinden uzaklaştırdım. Yani haritayı yaklaştırdım. S.M diye gösterilen yeri Sümele Manastırı olarak alarak durum değerlendirmesi yapmaya başladım.
Ejderhayı manastıra yakın bir tepeye çekebilirdim. Tepe fazla yüksek durmuyordu ve bu bacakla bile kolayca inebilirdim.
Thorn amacımı anlamış gibi alçalmaya başladı. Direksiyon misali kırılarak manastırın yanındaki bir tepeye indi.
Yelesini silkerek bacaklarını açtı. Adeta beynimin içerisinde bir ses yankılandı. "Sen gidebilirsin. Ben kendi kendime sahip çıkarım."
Dehşet içerisinde etrafıma bakındım. Tepe düzdü ve ağaçlar azdı. Ama ağaçlar kalın gövdeli ve uzundu. Ama en kötüsü konuşabilecek kimsenin olmamasıydı.
Thorn'a döndüğümde yerdeki ufak çimenleri kucaklayarak gözlerime baktığını gördüm.
"Gerçekten deliriyor olmalıyım." diye kendi kendime mırıldandım.
Bu Thorn'u ikinci konuşturuşumdu. Hayal gücüme tükürmek için iyi bir neden.
" Bence ne yapmalısın biliyor musun? Uçurumdan yuvarlanmalısın. Sargın çözülür. Böylece bacağın fark edilir. Hastaneye gidersin. Ve halk arasına daha kolay karışırsın."
Ağzımın yerle bir bütün olmak istercesine bedenimi kıstırdığını hissettim. Kaşlarım gözlerimi örtmek, bu gerçeklerden kaçmak istercesine gözlerime eğiliyordu.İfadem o kadar tuhaf olmalıydı ki en sonunda "Anlamadıysan uygulamana yardımcı olabilirim." diyen sesini işittim Thorn'un.
Bir an dayanamayacağımı sandım. Bacaklarım titreşti. Thorn'un kılları burnundan fışkıran yüzü hızlıca bana yaklaşıyordu. Vücudumu ele geçiren bir titreme dalgasıyla sendeledim.
Tepenin ucuna geldiğimi vücudum havayla buluşunca hissettim.
Uyandığımdan beri beni rahat bırakmayan dejavu hissi yeniden benimle birlikteydi. Artık bir rutin haline gelmişti.
Yaprak hışırtıları, sırtıma batan taşlar ve uzaktan gelen çığlıklar. En sonunda ise zihnime fısıldanan bir isim. Bora.
Hissettiklerimden hangisi gerçek hangisi hayal gücümün oyunu kestiremiyordum. İki farklı dünyam muhteşem bir uyumla birbirine karışmıştı.
En sonunda taşların sırtımda kurduğu baskıcı dünyadan kurtulduğumu hissettiğimde bilincimin açık olduğunu fark ettim. Parmaklarımı dahi oynatamazken zihnim bana işkence çektirmek ve acıyı çektirmek istercesine beni ayık tutuyordu.
Nereden geldiğini bilmediğim bir şekilde Acı hissedilmeyi talep eder. * diye düşündüm. Gerçekten öyleydi.
"Birisi ambulansı çağırsın!"
--- Alp'in Ağzından
"Anlaşılan küçük prenses hedefe indi." dedi küreye doğru pis pis sırıtırken. Başımla onu onayladım.
"Ne yapıyoruz?"
Omuz silkti. Arkasındaki çekmeceyi açarak içinden bir harita çıkardı. "O safları bulmak için** uğraşsın. Bizde gücü bulalım. "
"Yani onu oralarda küreyi bulması için serbest mi bırakacağız?" diye endişeyle sordum.
Ama o ise sakince başını salladı. "Elbette yalnız olmayacak. Ona bir ağbi-kardeş karşılaması sunarsın diye umuyorum. Yanılıyor muyum?"
"Hayır. Dibine kadar doğru düşünüyorsun."
-HİKAYE ÖNERİSİ
okuyanlovatic'in hikayesine bakmanızı öneriyorum. Gerçekten çok değişik bir kurgusu var. Şahsen ben sevdim. Tavsiye ederim. Dış Linkte hikaye var.
----------
Bu arada bir R5er olarak es geçemeyeceğim, R5 yeni şarkı çıkardı. Let's Be Not Alone Tonight. Medyaya onu koyuyorum.
Ve bu arada nasıl oldu bilmiyorum ama 10 gündür yeni bölüm eklemediğim halde 0.2K okuyucu atladık :D Sizi seviyorum <3
Ve bölümün kısalığının kusuruna bakmayın. Lütfen. Ve ihtiyaçlarınızı karşılamamış olabilir. Özür dilerim.
Bu arada tanımlar:
*Acı hissedilmeyi talep eder : TFİOS'daki bir sözün adı.
** Saflar : Hatırlarsanız hikayenin ilk tanıtımında auraları ve anlamlarını yazmıştım. Sarı; saf, Kırmızı ; güç ve Mavi; acı demekti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Genç Büyücü -Ara Verildi-
FantasyUnutulmuş bir zamanın, unutulmuş savaşı dönmek üzere. Büyücülerin bu savaşta şansı yok. Ellerinden gelen tek şey ölümlerini beklemek. Peki, bu karanlıkta bir umut ışığı doğarsa ne olur? Hafızasını kaybederek çevresindekilere acı çektiren bu kızın sa...