Bulunduğumuz siyah araba durduğunda dudağımı dişleyerek camdan dışarı baktım. Gerginliğimi bir türlü atamıyordum.
Daha fazla bekleyemeyeceğimi anladığımda arabadan yavaşça indim. Her yerde flaşlar patlıyordu. Gözlerime lens takılmış olmasına rağmen zorlanıyordum. El sallayarak kırmızı halıda birkaç poz verdikten sonra içeriye doğru yürümeye başladım.
Yılın en iyi debut şarkısı, en iyi albümü gibi dallarda aldığım adaylıklar ile bugün buradaydım. MAMA 2018.
Henüz kameralar kayıtta değildi, dışarıdan kimseyi de almıyorlardı. Yarım saat ön hazırlık için fırsat sunulmuştu ve bu gerçekten ihtiyacımız olan bir şeydi. İçerisi kalabalıktı, o kadar kalabalıktı ki nefesimin yetmediğini hissettim. Her yerde idoller, peşlerinde dolaşan görevliler..
Elime yapışan menajerimin eliyle fark edebilmiştim ne denli daldığımı. Beni hızla alt kata çektiğinde hazırlanacağım odaya götürdüğünü anladım. Kırmızı halı için ayrı, performanslar için ayrı kıyafetler ile görüneceğimden bu odalar kurulmuştu. Üzerinde ROSÉ yazan kapıdan girdiğimizde içeride ekibi benim için hazır beklerken buldum.
"Belki de makyajla başlamalıyız." dedim aynanın karşısındaki koltuğa otururken. Makyöz kafa sallayarak fırçalara yöneldiğinde menajerim kuaföre döndü. "Saçlarını da olabildiğince güzel olacak şekilde." Erkek kuaför göz kırparak işini yapmak adına sarıya boyattığım saçlarıma dokundu.
Kuaför başta saçlarımı kıvırarak dalgalandırsa da ikimizin ortak kararıyla hızlıca bozmuş, yerine düzgün bir şekilde fön çekerek doğal dalgalar hâlinde bırakmıştı. Böylesi daha güzeldi. Aynaya yaklaştım. Dudağımda fazla koyu olmayan, pembe-kırmızı arası bir renkte ancak kendini belli etmekten de çekinmeyen bir ruj vardı. Gözlerime yapılmış siyah buğulu makyaj kusursuz şekilde çekilen bir çift eyeliner ile tamamlanmıştı. Allık ile yüzümün rengi kendine gelirken kocaman gülümsemeden edemedim. Kendimi sevdiğim nadir anlardan birindeydim.
Son on beş dakika kaldığını belirten görevlinin sesi ile birlikte yerimden kalktım ve kıyafetlerimi giyeceğim kabine yöneldim. Siyah askılı, dar ve deri bir büstiyer, altına ise aşağı doğru tülleri olan bir etek vermişlerdi giyinmem için. İkisini birlikte giydiğimde birleşik bir elbise gibi duruyordu. Kabinden çıkarak aynadan kendime baktım. Daha sonra ise kenarda duran siyah topuklu botları ayağıma geçirerek bağcıklarını bağladım.
"Harika görünüyorsun!" dedi kuaförüm beni utandıracak bir biçimde.
"Teşekkür ederim." dedim mırıldanarak ve masada duran telefondan saate baktım. Beş dakikadan fazla vardı. "Ben bir lavaboya gideyim yoksa gerginlikten düşüp bayılacağım." Menajerim onayladı fakat geç kalmamam konusunda da uyardı.
Odadan çıkarak koridorda ilerlemeye başladım. Tahminimce lavabo koridorun sonunda kalıyordu. Kafamı iki yana çevirerek bir tabela aradığımda şans yüzüme gülmüş olacak ki tavana asılı olan işareti görebildim. Hızla kapısına yönelirken yere düşen küpem yüzünden duraksamak zorunda kaldım. Bıkkınlıkla eğildim ve küpeyi yerden kaldırdım. Bu gidişle geç kalacaktım ama hâlâ hızlı davranamıyordum.
Adımımı atmadım çünkü sırtımda çok keskin bakışlar hissettim. Biri beni izliyordu ve bu kesinlikle kasıtlı yapılan bir şeydi. Kafamı yere eğdim, yeniden kaldırdım. Topuklarım üzerinde arkamı döndüm fakat gözlerim o kişiye dönmedi. Loş ışığın yayıldığı koridorda, iki ya da üç metre uzağımda duran bedenin ayaklarına çarptı gözlerim.
Elleri.
Nefesimi kesmeye yeten şey bu oldu. Zaman dondu, sanki etrafımdaki her şey yavaşladı. Ellerini tanıyordum, duruşunu tanıyordum, ben onu tanıyordum. Çenem kasıldı, gözlerim buğulandı. Bakışlarım yüzüne tırmandığında gözleri gözlerime değdi ve ben derinlerde bir kez daha paramparça oldum. Kalbimin ortasına yeniden bir hançer saplandı.
Jeon Jungkook beni bir kez daha katletti.
Donuk bir ifadeyle bana bakıyordu. İkimiz de hızlı hızlı nefes alıyorduk ve duyulan tek ses uyumsuz bir çift soluktu. Elindeki plastik bardak yeri boyladı, buzlar etrafa dağıldı ancak beni izlemeyi bırakmadı.
Geriye bir adım attım. Kapı arkamdaydı ve kapıya ulaşmalıydım ancak gözlerimizi ayırmak çok zor geliyordu. Bir adım daha attığımda koridorda kalın bir erkek sesi yankılandı. Jungkook'u çağırıyordu.
Bu bağırış donan zamanı yeniden canlandırdı. Titreyen ellerimin farkına vardığımda ona bir an bile dönmeden lavaboya girdim. Ayakta duracak mecalim yoktu. Bileklerimi şakağıma dayayarak yere çöktüm. Tek yapmam gereken kafamdaki sesleri susturup ağlamamaktı. Alt dudağım titredi ancak gözyaşı akmadı.
Ben kırılmıştım ama bunu atlatmıştım, tek isteğim ise kırıkların hesabını sormaktı. Bu yüzden Jeon Jungkook'a duyup duyabileceğim en büyük nefreti duyuyordum. Ondan nefret ediyordum. Beynim ondan nefret ettiğim gerçeğini benimsemişti.
Kalbim ikinci darbeyi beynimden yedi; tıpkı ilk darbesini ondan yediği gibi.
•
ŞİMDİ OKUDUĞUN
gone
Fanfictionseni ilk gördüğümde düşündüm, ne tuhaf bir yabancı. şimdi yeniden yabancılarız, bu sefer anılarla birlikte. rosékook. ✓