"Girebilir miyim artık içeri?" dedim güvenliğe bıkkınlıkla. Gözlerini yumdu ve kafasını tekrardan iki yana salladı. Tıpkı son bir haftadır yaptığı gibi. "Bakın, çok önemli. Bu kadar önemli olmasa ısrar etmem."
"Lütfen zorluk çıkarmayın. Şirkete dışarıdan kimseyi almamızın imkanı yok." Derince nefesimi bıraktım, istemeyerekte olsa oradan uzaklaşıp kaldırımın kenarında duran banka öylece oturdum.
Geçen bir haftada şirket bana ulaşmaya tennezül bile etmeden haberlere sessiz kalma eğilimi göstermişti. Bir nevi doğrulmaştı iddiaları da denebilir. Herkes ilk gün kadar olmasa bile bu olayı konuşuyordu. Nefret söylemleri yayıyorlardı.
Jungkook ise.. Beni korkutan en büyük noktaydı. Bulamıyordum onu, ulaşamıyordum. Bir hafta. Tamı tamına bir haftadır konuşmamıştı benimle. Evinin sitesine almıyorlardı, şirkete almıyorlardı, telefonlarıma bir dönüş yoktu.. Tamamen saçmaydı, bana beklememi söyleyerek gitmişti. Ve ben, geleceğini bildiğimden beklemiştim. Şimdi ise beklemenin yanı sıra onunla iletişim hâline geçmek için elimden gelenin fazlasını ortaya koyuyordum.
Bir yanım ya gelmezse deyip dururken, öteki yanım şirketin ceza vermiş olabileceğinden korkuyordu. Ah Tanrım, kim bilir ne haldeydi?
Saatlik aktivitem hâline gelen aramayı tekrardan yaptım. Aslında durmadan, pes etmeden onu aramam içimde bıraktığı ufak umut kırıntılarından kaynaklıydı. Ve yine aynı ses, ulaşılamıyor..
Benim onun dışında kaybedecek bir şeyim yoktu artık ama onun vardı. Peki ama o, beni mi kaybedecekti yoksa kariyerini mi?
Bacaklarımı kaldırmak o kadar zor bir eylem gibi gelmişti ki şu dakikalar içinde. Telefon ekranıyla aramızda geçen kısa bakışmalar, gri bulutlar ve önümden geçip duran kedi aklımı dağıtabileceğim tek şeylerdi. Yerler kar ile kaplıydı, soğuktu. Burnumun kızardığından emin olmama rağmen kalkmadım oradan. Belki de Jungkook şirketin kapısından fırlar ve bana sarılırdı.
İyice şizofren olmuştum.
Kendi kendime kızarak ayağa kalktım. Elimde titreşen telefona kaydı bakışlarım. Üşüyen parmaklarıma rağmen gelen mesajı açtım. Ondan gelen bir mesaj önemliydi, ne hakkında olduğu değil.
Konuşalım, akşam teyzenin evinin önünde olan parkta.
Ya da belki de ne hakkında olduğu da önemliydi. En azından bir nasılsın sorusu almak iyi olabilirdi. Kırgınlığımın üzerine bir perde çekerek bakışlarımı şirket binasına çevirdim. Çünkü orada olduğunu biliyordum; ben onu göremesem bile hareketlerimi izlediğini de.
•
Azar azar yağmaya başlayan kar ile ayaklarımı birbirine sürttüm. On beş dakikaya yakın süredir onu bekliyordum ve o hâlen gelmemişti. Üzerimde olan mont ve eşofman beni ısıtmaya yetse bile, beklemek kalbimi yeterince üşütüyordu.
Gözlerimi yumduğum sırada yanıma oturduğunu hissettim. Konuşmadı, neden? Bende sustum. Ona bakmaktan çekindim çünkü ne ile karşılaşacağımdan korktum.
Derince nefesini saldı. Aramızdaki sessizlikten miydi emin değildim ama biraz daha zorlarsam kalp atış seslerini duyacaktım. Biz, ne ara böyle olmuştuk?
Sızlayan burnuma karşı gelemeden ona döndüm ve yan profilinde gezdirdim gözlerimi. Zayıflamış gibiydi, yüzünde canlılığa dair bir renkte yoktu. O kadar tepkisiz bir şekilde yeri izliyordu ki ona sarılırsam ters teper zannettim.
"Jungkook," dedim sesimin çatlamasını umursamadan. Elimi ona dokundurmak için kaldırdım fakat gergince gözlerini kapattığında sanki etrafında bir kalkan varmış gibi parmaklarım kendini geriye çekmişti. "Bir şey demeyecek misin?"
"Ayrılalım." Tanrım, keşke hiç sormasaydım.
•
ŞİMDİ OKUDUĞUN
gone
Fanfictionseni ilk gördüğümde düşündüm, ne tuhaf bir yabancı. şimdi yeniden yabancılarız, bu sefer anılarla birlikte. rosékook. ✓