On bir yılın ardından onu ilk kez görmüştüm. Asansörün kapısı normalden daha yavaş aralanırken kalp atışlarım hızlanmaya başlamıştı. Kısa siyah saçları, duruşu, giyinişi, kısacası her şeyiyle çok güzeldi. Levent amca ile içeri ilerlerken bakışlarım ondan başka hiçbir şeye odaklanamamıştı. Sonunda yanına vardığımızda -ki bu hayli uzun sürmüştü- onun bakışları da şaşkınlıkla bir süre benim yüzümde gezinmişti. Çok büyümüştü ama aslında tanıdığım herkesten daha az değişmişti. Koyu kahve gözlerinde çocukluk yaramazlığını bir an olsun yakalamıştım. O bir anın dışında bana sanki yabancıymışım gibi bakmıştı. Hiçbir şey duymadan ve bilmeden orada öylece çakılı kalmıştım. Sonunda neden olduğunu anlamadığım bir şekilde bana samimiyetsizce elini uzatmıştı ve dudaklarından iki kelime dökülmüştü,
-Hoş geldin.
Dilimi yutmuş gibi sadece kafa sallayarak karşılık vermiştim. Onun sesini bile, kalbimin çarpıntısından zor duymuşken babamların ne konuştuğunu hiç anlamamıştım. Kalbim ilk defa o kadar hızlı attığı için ölümüme sebep olacaktı. Ölümüme sebep olacak olan kalbim mi yoksa Lâl mi? Meraklı gözleri birden sırrımı fark etmişti. Bakışlarını çekmesi için yakamı düzeltip onu gizlemiştim, yani kalbimi. Anladı mı? Anlamamalı. Ben onun ailesine kazık atan adamın oğluyumdum. Hoş, bu zamana kadar da kardeş gibi büyümüştük ya. Benim ona bu gözle bakmam her açıdan yanlıştı.
İşte bu büyülü an; aslında hiç ait olmadığım, bana çocuk yaşta yalnızlığı hissettiren, sevgisiz ve gri şehir İstanbul'u yuvam gibi hissettirmişti yıllar sonra. Amerika'da yalnız olmak kötü hissettirmiyordu çünkü yabancı olan tek kişi ben değildim. Herkes o kadar farklıydı ki birbirinden, kimse "başka gibi" gelmiyordu.
Ben o bir çift koyu kahve gözde hem çocukluğumu hem de yuvamı bulmuştum. Sanki milyonlarca insanın oluşturduğu bir çember tarafından sarmalanmıştım. Sanki çocuklar rengarenk balonlarla önümden gülüşerek koşuşturmuşlardı.
Ama beni sevmemişti.
Kimse beni sevmemişti.
Benim babam sırf güç için mafyalarla işbirliği yapmıştı. -Yani ben öyle sanıyordum.-
Sonra biz, kardeş gibi büyümüştük.
Yani öyle büyümüşüz.
Bu saçmalığı da kim uydurdu bilmiyorum, kızı yıllardır görmüyorum ki!
Ben düşüncelerimde kaybolmuşken ayaklarım onlara eşlik etmişti.
Beni belki sevmemişti, sırf iyi olduğu için arkadaş olmuştu belki benimle. Ama o annemden ve kardeşimden sonra bana sevgi hissettiren tek kişiydi. Sevmese bile korurdu beni. Benim aksime bunu başarırdı. Hani küçük kızların masallarında prensleri vardır, prensesi kötülüğün içinden çekip kurtarır. İşte o prens ben değilim, hiçbir zaman da olamadım. O gün de bunu en iyi anladığım gündü. İki iri yarı adamın kollarıma girmiş beni o soğuk depoya ite kaka götürdüğü, eli kolu bağlı halde onu gördüğüm gün. Kulaklarımda korkunç anıdan kalan annemin çığlıkları yankılanırken ellerimle kulaklarımı kapatmak ve bas bas bağırmak isterken ne kadar aciz olduğumu fark etmiştim. Dizlerimin bağı çözülüp yere düştüğümde ben ağlarken onun beni teselli etmesi bunu daha da kanıtlamıştı. Ben onun kadar güçlü değildim.
Korkaktım da. Aynı kabusu tekrar yaşamaktan, sevdiğim bir avuç insanı kaybetmekten ölümüne korkuyordum. Duygularımı bağıra bağıra söylemekten, babamdan... İlk kez korktuğumda Lâl vardı. Belki de onun sayesinde hayattaydım. Çocukken korkmak hem çok zor hem de çok kolay. Normal çocuklar belki hayaletlerden, yatağının altındaki canavardan korkardı. Ben o gün bana korkmamayı öğreten annemin yokluğundan korkmuştum. O varken hiçbir şeyden korkmama gerek yoktu, o beni korurdu. Ama o yokken ben yapayalnızdım. Sonra bir çift minik el beni karanlığın içinden çıkarmıştı. Belki çok korkmuştum ama her şeyin düzeleceğine o minik ellerin sahibi sayesinde inanmıştım.
İşte o minik eller bile birini karanlıktan çıkarmak için yeterince güçlüyken benim kocaman ellerim yalnızca onun fotoğraflarını tutarak uyuyakalmaya yetmişti. Bir hafta boyunca sokakta beklemeye yaramıştı bu ayaklar, onun penceresini izlemeye yaramıştı bu gözler... Çünkü dediğim gibi korkaktım ben. Sevgime karşılık bulamamaktan öylesine korkuyordum ki, bunu sevdiğimi tamamen kaybetmekle eşdeğer görüyordum. Kardeşime onu sevdiğimi ilk söylediğim gün gibi. Annemin karnına kocaman sarılıp kulağımı yaslamıştım, sanki onu duyabilirmişim gibi. "Seni çok seviyorum, sen de beni sev." demiştim fısıldayarak. Kabusumdan bir önceki gündü."Bu ailede, bu ortamda, yıllardır arayıp sormasan bile beni en çok sen anlarsın sanmıştım. Bana bir kez daha yanıldığımı kanıtladığın için teşekkür ederim. ... Her zamanki gibi. Kuzey gider, Lâl enkazın altında kalır."
Böyle dedikten sonra odasına çıkmıştı. Kollarıma düşmüştü aniden. Kalp atışlarım hızlanırken nefes alamıyor gibi hissetmiştim. Başım dönmeye midem bulanmaya başlamıştı. Tek elimle göğsümü tutarak nefes almaya çalışırken dudaklarımdan Ahu'nun ismi çıkmıştı. Adım seslerinin hızlı hızlı gelmesinden bağırdığımı anca anlamıştım.
Yerde bir köşeye kıvrılmış endişeyle beklerken kedisi usul usul yanaşıp kucağımda yerini almıştı. O yokken bile onun kedisi sakinleştiriyordu beni. Çok komikti. Uyanmadan kendime gelmeli ve bu sefer ona ben destek olmalıyım diye düşünmüştüm.-Ne yaptınız bizim yanımızdan gidince, dedi Kaan düşüncelerimi bölerken.
-Lâl, dedim kaşlarımı çatarak. Bir daha kendini odalara kapatma, olur mu? Canın sıkkın olursa ben buradayım. Ayrıca tekrar özür dilerim boşluğuma geldi seni öp-
Aniden elimi tutmasıyla sözüm yarıda kesilmişti. Kalbim göğüs kafesinden fırlayacaktı sanki.
-Teşekkür ederim, o kadar bağırıp çağırmama rağmen yanımda olduğun için. Merak ediyorum da o bir hafta sen hiç- Boş ver ya.
-Evet? Ben hiç?
O bir hafta boyunca beni merak ettin mi yanıma geldin mi demek mi istemişti?
-Hmm, demiştim düşünür gibi. Seni merak ettim. Evinin önüne geldim. Pencereni izledim, bakarsın diye. Sonra bahçede oturdum, kendi odamda pencereden de baktım. Ama yanına gelemedim, utandım.
-Tamam, boş ver. Suçlamak için sormadım. Öylesine. Önemli değil yani.
Gülümsedim. Çok güzeldi. Düşmek üzere olan şalını ellerimizi ayırarak düzeltmiştim. Tekrar elini tutsam mı diye düşünüp vazgeçmiştim. Ama o benim elimi yeniden tutmuştu. Yumuşacık, narin elini başparmağımla sevmiştim.-Hiçbir şey, dedim başım önde.
-Söyle artık be oğlum şu kıza.
Tek elimle gözümün önüne gelen saçı düzelttim. Lâl yüzünden saçım dağınık geziyorum. Jölenin nesi var ki?
-Söylerim, her şey bittikten sonra. Yemeğe çıktık diye neler demişler. Ama Behçet'in dedi-ğini yapıyorduk. Keşke Amerika'da kalsaydım.
İki elimle alnımı tutarken Kaan kızar gibi yaptı.
-Beni, seni Amerikalardan getirdiğime pişman etme. Zaten kafa ütülemekten başka bir işe yaramıyorsun.
-Bana yalan söyledin. Beni gelmeye zorladın. Hiçbir şey değişmedi, Lâl yine o adama çalışmak zorunda kaldı.
-Ben nereden bileyim, karı manyak çıktı.
Kaşlarımı çatıp sinirli sinirli baktım.
-Tamam ağız alışkanlığı, kızma kibarcık. Ne güzel şirkette çalışıyordu, kendi kaşındı. Bence o en başından Beril Hanımların şirketinde çalışmalıydı, şimdi çoktan onların yerine geçmişti.
-Lâl annemlere de yardımcı oluyor ama Gökçe'yi düşünüyor. Aslında fazlalık benim. Ben Amerika'da kalmak istemeseydim böyle davranmazdı.
-Koskoca şirket be! Babanların derdine bak! Bölüşün işte yarı yarıya.
-Bölüşsek bile ben kendi hissemi Lâl'e devrederim. Onun hakkı orası.
-Sen napıcan lan?
Omuzlarımı silktim.
-Belki Amerika'ya dönerim.
Kaan seslice nefes verdi.
-Sen de ne Amerika sevdalısı çıktın be kardeşim!
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Burgonya
RomanceBir zamanlar bana onun geri döndüğünü söyleseler belki de ağlardım. Ama o, şimdi benim için bir yabancıdan farksız. Bugün geliyor... ●Argo dil ve küfür içerir.●