''Artık inecek misin?''
Bedenim ben daha onu engelleyemeden irkildi. Sonrasında, hemen sonrasında hem de, düşündüğüm ilk şey ilk defa duyduğum oldu. Evet yanımda oturan ve inatla bana küçük bir bakış bile atmayı reddeden babamın bu ses tonuna ilk defa şahit oluyordum. İç çektim. Küçük bir tane. Başka bir tepki vermeyi reddettim. Çünkü ben buna ilk defa şahit olsam da anlaşılan onun bunu ilk yapışı değildi.
Elleri çok öncesinde çekiştirip gevşettiği kravatına yeniden uzandı. Ama durdu. Bakışları yavaşça, öyle ki kendimi bir sonraki bağırtısına hazırlayacak vakti bile bulabilmiştim, bana döndü.
''Seunghoon.'' dedi.
Sesindeki bıkmışlık ve kızgınlık o an için gözlerimin dolmasına yetecek gibiydi ama durdum. Son birkaç aydır yeteri kadar ağlamıştım. Yeteri kadar. Daha fazlasını yapmayacağımda dair de kendime söz vermiştim üstelik. Değişmem gerekiyordu. Yeni bir hayata ötesini berisini düşünmeden atlayıvermiştim. Bunun sonuçlarına da hazır olmalıydım.
''İneceğim.'' dedim.
Yapmak istemiyordum. Tanrı şahit o an beni yeniden o küçük kasabama götürmesi için her şeyi yapabilirdim ama yapmadım. Çünkü bu seçme özgürlüğünden kendim vazgeçmiştim.
''Hoşça kal.''
Cevap vermedi. Yeniden önüne dönerken hareketleri az öncesine göre daha aceleciydi üstelik. İnmemi istiyordu ve bir de buradan gitmek. Bu bir yere kadar anlayabileceğim bir şeydi. Babam benden hoşlanmıyordu. Beni fazla asi ve başına buyruk görüyordu. Belki biraz da sorumsuz. Bu yüzden ona istediğini vermek için elim emniyet kemerine uzandı. Tam o an aklıma daha öncesinde düzgün bir el yazısıyla yıpranmış, kahverengi deri kaplı bir deftere yazılmış o kelimelerin doluşmasına engel olamadım.
Babam tanıdığın gibi davranmayabilir. Sana karşı sert olabilir. Seni şaşırtabilir. Umursama. Çünkü bu uzun zaman önce yapmayı bıraktığın bir şey. Bu yüzden umursama ve ona bunu yaptığını da hissettir.
Arabanın kapısını hızlıca aralayıp bavulumu almak için bagaja ilerlerken bu küçük vedanın fazla kaçmamasını umuyordum. Yine de yanında kalmak beni geriyordu. Bu bir gerçekti. Uzun yolculuğumuz boyunca başımı camdan kaldırmamış, gerekmedikçe konuşmamıştım. O da sessiz kalmıştı. Evet. O aptal defterde yazılanlar çok doğruydu. Babam tanıdığım gibi davranmıyordu.
''İyi akşamlar.''
Ağır bavulu bagajdan alıp yol kenarına sürüklerken söyledim. Sesim kısıktı. Duymasını falan istediğim yoktu. Aslında istediğim şey o an bana sıkıca sarılmasıydı. Sorun olmadığını söylemesi... Ama dediğim gibi, ben bütün bu isteklerimi geride bırakalı çok oluyordu. Bu yüzden de babamın ben arabadan uzaklaşır uzaklaşmaz gaza basması beni şaşırtmadı.
Derin bir nefes aldım. Yeni yeni aydınlanmaya başlayan güneşim yüzümü okşamasına izin verdim bir süre. Hava soğuktu. Burada böyle biraz daha soğuk havayı içime çekip güneşim bu soğuğu yumuşatmaya başlamasını izleyebilirdim. Ama hemen arkamda beni bekleyen eskimiş, ahşap ev içinde yapacağım çok şey olduğunu yüzüme vuruyordu neredeyse. Bu yüzden gökyüzüne yönelmiş gözlerim orayı yavaşça terk edip dar kaldırımında durduğum küçük sokağa yöneldi. Hemen çaprazımda kalan küçük pastaneyi buldu önce. Dudaklarıma küçük bir gülümseme yerleşti. Burasıydı. Benimle gelmek istediği, küçük keklerine bayılacağımdan emin olduğu yer.
Küçüktü evet. Girişindeki ahşap, kırmızı tabela üzerine yazılmış sade bir Lastnon yazısı dikkat çekmekten fersah fersah uzaktı. Ama sokağı kaplayan sıcak poğaça kokusu gözlerimin ona erişmesine yetmişti de artmıştı bile. Bu yüzden durmadım. Yıpranmış tekerlekleri, solmuş siyah rengiyle taşımakta oldukça zorlandığım bavulumu kaldırımın hemen kenarına bıraktım. Düşmeyeceğinden emin olmak için yan evin bahçesini çevreleyen beton duvarlara yasladım bavulu. Onu da gideceğim yere sürükleyip kendimi yormanın bir anlamı yoktu.
Adımlarım yolun karşısına yöneldi ardından. Pastanenin dar kapısını araladım. Küçük bir çın sesi karşıladı beni. Gözlerim tezgahın hemen arkasında fırından yeni çıkardığı belli olan çörekleri önündeki vitrine dizen ince uzun bedeni bulmadan önce küçük mekanda dolandı. Beyaza boyalı duvarlar, birkaç eski tablo ve sayabildiğim kadarıyla da dört tane masa vardı. Yine de girişin hemen karşısındaki merdivenlere bakılırsa yukarıda bir kat daha vardı. Küçük gözlemimi kısa tuttum. Buranın yabancısı değildim. Öyleymiş gibi davranmamam gerekiyordu değil mi?
''Seunghoon? Ah gerçekten sensin. Haber bile veremeden taşındığını falan düşünmüştüm. Uzun zamandır ortalarda yoksun.''
''Anneme uğramıştım.''
İşi bitince doğruldu. Düşündüğümden daha uzun olduğunu fark ediyordum. Etrafında bu kadar güzel koku varken ne yediğine dikkat ediyor olmalıydı ki oldukça da fitti üstelik. Gençti ve itiraf etmeliydim ki buna daha çok şaşırmıştım. Küçük bir yüzü, büyük gözleri ve arkasında sıkıca topuz yaptığı uzun saçları vardı. Jihun. Adı buydu sanırım.
''Bunca zaman orda mıydın?''
Başımı salladım. Erken uyanmayı seven biri değildim. Hatta uykuya öylesine düşkündüm ki bu evde her zaman bir kavga konusu olurdu. Dolayısıyla erken kahvaltı yapmaktan da hoşlanmazdım. Ama yolun karşısından buraya kadar beni büyüleyen tüm o kokular şimdi etrafımı sarmışken midemin neredeyse guruldayacak olmasına da şaşırmıyordum.
''Okul?''
''Dondurdum.''
Başka bir şey sormadı ki buna minnettardım. Bakışlarımın ara ara vitrindekilere kaydığını görünce yüzünde büyük bir gülümseme oluştu.
''Ne istersin peki? Acıkmışa benziyorsun.''
Başımı hızlıca sallayıp onayladım onu. Ben içeri girerken dizdiği çörekleri işaret ettim.
''Şunlardan ve kakaolu kek istiyorum.''
''Pekala.''
İstediklerimi kağıt poşete yerleştirmesi izledim. O kakaolu keklere henüz uzanmıştı ki duyduğum ayak sesleri sol tarafıma dönmeme neden oldu. Kısa saçlı bir kızın uyuşuk adımlarla aşağıya indiğini gördüm. Burada çalışıyor olmalıydı. Zihnimi zorladım ama istediğim bilgiye erişemedim. Adının ne olduğu konusunda hiçbir fikrim yoktu. Ya ben hatırlayamamıştım ya da karşımdaki minyon kız bana beni anlatan o deftere adının yazılacağı kadar yer edinmemişti hayatımda.
Bu yüzden bakışlarım üzerinde çok fazla dolanmadı. Yeniden Jihun'a döndüm. İşini bitirip siparişlerimi bana uzattı. Çıkmadan önce teşekkür ettim. Sabahın bu erken saatine rağmen enerjik bir gülümsemeyle uğurladı beni. Ben yeniden sakin sokağa çıkarken aynı enerjiyi kendimde hissetmediğimi fark ettim. Uyumaya ihtiyacım vardı. Bir şeyler yemeye, sıcak bir çay içmeye ve uyumaya. Bu yüzden yan yana sıralanmış bir iki katlı evleri, birkaçının bahçesinde göze çarpan kasımpatıların renkleri ve eskimiş dar yolundan başka bir şeyi olmayan sokağı incelemeyi sonraya bıraktım. Hızlı adımlarla önce bavuluma yöneldim. Sıkıca kavradım. Yıpranmış tekerleklerinin çıkardığı tüm o ses sokakta yankılarken birkaç adım ötedeki eve ulaştım. Cebimden rahatça çıkardığım anahtarla kapıyı araladım.
Havasızdı. Hatta ortalığı kaplayan tozu neredeyse soluyabiliyordum. Etrafı kaplayan terk edilmişlik havası öylesine yoğundu ki bu bir an için bütün duygularımı altı üst etti. O zamana kadar arkamda bıraktığım bütün düşünceler beynime doluştu. Henüz içine girdiğim salonun tam ortasında yavaşça yere çöktüm. Bavulum büyük bir gürültüyle yere düştü umursamadım. Gözlerim doldu. Tozlu havayı derince soludum.
Yeni hayatım, yeni evim ya da yaşayacağım tüm o yeni deneyimlerin hiçbiri umurumda değildi. Hiçbiri. Yeni bir şey istemiyordum. Yeni bir ev, yeni bir hayat, yeni heyecanlar. Hepsinin canı cehennemeydi. İstediğim tek şey benim de bu evin de bulandığı o terk edilmişlik duygusunun yok olmasıydı. Bu imkansız bir şeydi biliyordum. Kendi kararımdı. Hepsi. Bir şekilde kendimi seçim yaparken bulmuş ve yanlış doğru bir şeylere karar vermiştim. Ve ben daha aldığım ilk solukta daha attığım ilk bakışta acı bir şekilde yüzleşmiştim ki bundan tamamen pişman olmuştum.
Döndüm (şimdilik) ve umarım bu hikaye de yarım kalanlar mezarlığıma girmez. Bir de konu kafamda yarım yamalak şu an da. Yanı okurken şöyle olsun böyle olsun derseniz sevinçten havalanabilirim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Chrysanthemum's Lullaby
FanfictionKim Jongin onca insan arasında olamayacağım tek insan. Kim Jongin onca dileğimin arasında gerçekleşmesini istediğim tek dileğim.