''Bir saat sonra yeniden uğra. Şu sevdiğin limonlu keklerden yapacağım.''
Ağzıma tıkıştırdığım koca lokmayı zar zor yutarken elim açmak için kolunu tuttuğum kapıda öylece kaldı. Yeniden konuşabilmek için derince yutkundum. Jihun karşımda bana en büyük ve en parlak gülümsemelerinden birini veriyorken konuşmama engel tek şeyin az önce önümden kaçıracaklarmış gibi hızlı hızlı yediğim çörek olmadığını biliyordum. Jihun bazen beni nefessiz bile bırakıyordu.
''Şu kahveyi de al Sehun. Boğulacaksın.''
Başımı iki yana usulca salladım. Sessizce gerek olmadığını söylesem de haklıydı. Gerçekten de boğulmak üzereydim.
''Tıka basa doydum ama.''
Dudaklarımı büküp söyledim. Biraz daha kalmak istiyordum. Yanında biraz daha kalmak, onunla biraz daha konuşmak. Gülümsemesini duymak. Hatta onu gülümsetmek. Ama Mari huysuzlanmaya başlamıştı.
Küçük bir çocuk gibi davranıyordu bazen. Hatta Jihun'u kıskanıyor bile olabilirdi. Oğlana düşkündü. Onu abisi yerine koyduğunu bile düşünüyordum sık sık. Kızın Jihun'a olan bu sevgisi benimkinin aksine daha çocuksu bir sevgi olduğundan umursamıyordum ama bazen beni işlerine engel olduğumu söyleyip böyle alelacele kovuyordu işte. Yine aynı şeyi söylemiş ben sonunda ikisine de veda edene kadar kısık gözlerle beni izlemişti. Sevimliydi. Sessiz ve huysuz bu halleri neredeyse bir kedininki kadar sevimliydi hatta. Ama onu kızdırmamam gerektiğini de biliyordum. Günün birinde kapıyı kilitleyip beni içeri bile almayabilirdi. Evet sevimliydi ama dediğim gibi bir baş belası olacak kadar da huysuzdu.
''Gelmeyecek misin yani?''
Jihun gülümsemesini biraz bile azaltmadan başını yana eğip sordu. Bu beni de gülümsetirken göz kırptım.
''Elbette geleceğim. Bana ayırmayı unutma.''
Ona veda edip çıkarken yüzümdeki gülümseme büyümüştü. Kapıdan çıkar çıkmaz açık gökyüzüne baktım. İyi hissediyordum. Hatta evime kadar seke seke gitmek isteyecek kadar enerjik hissediyordum. Neredeyse bunu yapıyordum da. Ama tam karşıda, yolun diğer tarafındaki evimin kapısında gördüğüm beden buna engel oldu. Kim olduğunu anlamak yarım dakika kadar vaktimi almıştı. Gözlerim güneşin ışıklarından kısılmış oğlanın gölgeden kalan yüzünü görmemi zorlaştırmıştı çünkü. Ama o yarım dakikanın ardından tanıdığım o yüz bana derin bir nefes aldırdı.
Kapıya dayanmış ellerini göğsünde birleştirmişti. Ayaklarından birini kırmış arkasındaki kapıya dayandırmıştı. Kim Jongin yargılar bakışlarla benim ona yaklaşmamı izliyordu.
''Neredeydin?''
Aramızda birkaç metre kalınca sordu. Yeniden derin bir nefes aldım.
''Sende kötü kötü huylar baş göstermeye başladı.''
Yanına gelip çekilmesi için bekledim. Bedeni yana kayıp kapıyı açmam için izin verdi.
''Ne gibi?''
Yine bütün umursamazlığı üstündeydi anlaşılan. Az önceki huysuzluğundan biraz olsun kurtulmuş hafifçe sırıtmaya başlamıştı. Ama bu hallerine alışmaya başlamıştım. Jongin aramıza benim onu yadırgamama neden olacak kadar mesafe de zaman da bırakmıyordu çünkü. Üstelik bu konuda garip bir inatçılığı vardı. Her yerde bir şekilde karşıma çıkıyordu. Bazen de ben kendimi karşısında buluyordum. Aramızdaki her şey iyiden iyiye netleşmeye başladığından olsa kardeşim hakkında konuşmak için ara ara onu okulun köşelerinde sıkıştırıyordum. Sorun oldukça ve o da yanındaki insanlardan biraz olsun uzaklaştıkça.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Chrysanthemum's Lullaby
FanfictionKim Jongin onca insan arasında olamayacağım tek insan. Kim Jongin onca dileğimin arasında gerçekleşmesini istediğim tek dileğim.