1.0

30 12 27
                                    

6 mart 


zamanı garipsiyorum. nasıl aynı zamanda bu kadar yavaş ve hızlı olabiliyor? tavandaki çizgileri takip ediyorum. düşünebilmek adına dün gece işe gitmedim.

işe yaradı mı?

hiç sanmıyorum. ama içimden bir ses diyor ki, cevabı zaten biliyorsun. yine de iyi oldu böyle. uzun zamandır bu kadar deliksiz bir uyku uyumamıştım. esneyerek ceketimi üzerime geçiriyorum. oraya gidecek miydik? min jun ne düşünüyordu bilmiyordum ama bunu onun için yapmak istediğim kesindi.

sadece onun için değil, kendim için de istiyordum. oradan kazandığım para belki de aylarca beni rahat ettirirdi. kim bilir, belki daha fazlası.

okula doğru yürürken başı öne eğik yürüdüğünü görüyorum. içimden neşeli bir giriş yapmak geliyor. "hey, junnie!"

şaşırarak arkasını dönüyor, kolumu omzuna atıp yürümeye başlıyorum. "naber geleceğin boks yıldızı?"

kolumu itip yürümeye devam ediyor. "kes saçmalamayı."

gülüyorum. "yine aynı laf. söylesene, hiç değişmez misin sen? elini uzatıp şansınla tokalaşmayı dene. çünkü tam karşında duruyor."

parlak saçlarına bakıyorum. belirgin bir şampuan kokusu yayılıyor etrafa, uzanıp etrafa yaymak istiyorum. kendime saklamak değil. aksine. bu güzelliği herkes duymalı. dünyadaki tüm umutsuzlara, tüm gün ışığını sevmeyenlere.. duyurmak istiyorum. yaşamak onunla daha güzel. daha anlamlı.

tabii ki bu kadar pozitif biri değilim. ellerimle kırışık gömleğimi düzeltiyorum. bazı şeyler bu gömlek gibi işte,

ne diyorsam

gün boyunca bakışıyoruz. pek konuşmuyoruz. neyse ki iletişim kurmak için konuşmaya ihtiyacımız yok. onu gittikçe daha çok mu tanıyordum bilmiyorum ama ısınıyordum. kanım renk değiştiriyordu sanki o yanıma gelince.

gözüm üzerinde, yejun ortalıkta gözükmese de etrafı kolluyorum. ön sıramda oturan kihyo bile şaşırıyor, arkasını dönüp, "neden uyumuyorsun?" diyor.

"uykudan daha önemli işlerim var." kestirip atıyorum.

neyse işte. tüm gün böyle geçiyor. içimdeki dürtüleri kenara fırlatıyorum. bu günlük işi nedense dört bir yanımı sardı. onu her yere yazmak istiyorum. hayır- adını koymaya hazır değilim.

hava karardığında, ikimiz de oradayız. o parkta, o gece oturduğu bankta. çantalarımız yerde. düşünceli görünüyor. dağılmış saçlarına bakıyorum. beni kendine çekiyor.

"kim min jun." diyorum. adını bilmek beni rahatlatıyor. "iyi misin?"

kafasını kaldırıyor. sonra geri indiriyor. "kabul etmeyeceğiz, değil mi?"

tamam. bunu bekliyordum. "kabul etmek zorunda değilsin." hatta belki de böylesi daha iyidir.

"jia, daha reşit bile değiliz. anlıyor musun? bize bir şey olursa sorumluluğu kim alacak?"

"cidden, tek endişen bu mu?"

omuzlarını silkiyor. "ölünü görmek istemiyorum. ben sadece- anlıyor musun?"

şakaya vuruyorum, gülüyorum. küçük pazularımı sergiliyorum. "bana değilse de onlara güvenebilirsin."

birden ciddileşiyorum. yüzlerimizi yakınlaştırıyorum. ve yutkunasım geliyor. ellerim havada asılı kalıyorlar resmen, nereye koysam yük olacakmış gibi hissettiriyorlar.

birini bankın üzerine, diğerini yavaşça saçlarına koyuyorum. bana bakıyor. yapmamı bekliyor.

yapıyorum. elimi yumuşak saçlardan yanağına doğru indirmişken dudaklarına uzanıyorum. saliseler sürüyor. dudaklarım dudaklarını salise bile olsa tadıyor. soluk, kırmızı bir elmaya benziyor.

sertçe itiliyorum. yüreğim de itiliyor aynı zamanda. ellerim boşlukta asılı kalıyor. hızla ayağa kalkıyor. burnundan soluduğunu hissediyorum. önüme doğru dönerek yere bakmaya başlıyorum. "özür dilerim."

hızla konuşuyor. hemen bitirmek istermişcesine. "aramızda öyle bir şey olmayacak."

kafamı sallıyorum. bana düşeni kabullenmek zorundayım. aptallık ettim, onu zor duruma soktum belki de. "özür dilerim, olmayacak." tek istediğim çekip gitmemesi. insanların çekip gitmelerinden çok yoruldum.

aksini yapıyor. yanıma oturuyor. "şu etik yoksunu herif de gelsin artık. vazgeçip gitmemizi falan istiyor herhalde."

"ayıp ediyorsun ama, trafiğe sıkışmıştım sadece." ne kadarına tanık oldu, bilmiyordum ama umarım bu bir sorun hâline gelmezdi. suçlu olan belliydi sonuçta.

kafamdakileri boşverip konuya dalıyorum. belki de eve gitmek bana iyi gelirdi. "kararım evet."

"beni şaşırtmadın dostum. çok sevindim." yumruklarımızı tokuşturuyoruz. ona dönüyor. "peki ya sen ufaklık? kararın nedir?"

etrafına bakınıyor. ben hariç her yere. "tüm bu yaptıkların, hiç de hoşuma gitmiyor ama sadece ihtiyacım olduğu için bunu kabul edeceğim." sözleri de adımları gibi temkinli. ağzından dökülen her sözcüğü sayısız süzgeçten geçiriyor sanki.

"süper!" yumruk tokuşturmaca. minjun tam dönüp gidecekken jim onu durduruyor. "bilmeniz gereken birkaç minik detay var."

merakla dinliyoruz ikimiz de. "en önemli kuraldan başlayalım. maç boyunca kendinizde olmak zorundasınız. uyuşturucu yok, alkol yok. hiçbir kimyasal madde yok. yapıştırıcı bile koklayamazsınız. birkaç özel müşterimiz var, hiçbiriyle özel olarak konuşmayın. olur da karşılaşırsanız, sadece saygılı birkaç sözcük."

kafamızı sallıyoruz. "müşterilerin takıldığı kızlar var. uzak durun, anlaşıldı mı? kızlar iyi dövüşürseniz sizinle iletişim kurmaya çalışabilir ama bu size hiçbir şey kazandırmaz. sikik egonuzu düşünmeyin. kızları kendi okulunuzdan bulursunuz. boksla ya da maçlarla ilgili kimseye bir şey anlatmayın. ve sonuncu kural, tüm bunları uygulayın." son kısımları düşünmek bile istemiyorum. kızların kim minjun'un peşinde dolandığı, ona para teklif ettiklerini düşünmek bile istemiyorum.

"ilk maç bu cumartesi, biliyorum erken ama yapacak bir şey yok. bugün isimlerinizi yazdıracağım. cumartesi akşam on bir buçukta burada olun. gecikmeyin."

dağılırken ona evine bırakmayı teklif etmeyi düşünüyorum. ama arkamı döndüğümde onu çok uzaklarda görüyorum. aptalın tekiyim. gerçek bir aptal.

ne umdun ki jia? ellerin hep boş kalacak, seni aptal.

our way out | bxbHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin