2.3

17 9 8
                                    


30 mart


yine saatler süren bir yolculuktan sonra buradayım. kendi alanımda. "min jun nerede?"

jim omuzlarını kaldırıyor. "çalışmaya çıktı büyük ihtimalle." çantaları odaya bırakıp bar kısmına gidiyorum, her zamankinden erken geldiğimiz için biraz vaktim var.

onu arıyorum, tuhaf gelebilir ama onu arkadaş olarak görüyorum. ve konuşmaya felaket ihtiyacım var. birkaç çalışana onu tarif ediyorum, pembe saçlar, yuvarlak gözler, manken boy. yok. onu gören falan yok.

belki de işi falan vardı? benim işim bu güzelim, sen ve senin gibiler.

içime düşen korkuyu deşmeye vakit çok. onun yerine oturup biraz içmeye karar veriyorum. "ne yaptığını sanıyorsun?"

elimdeki bardak şiddetle yere düşüyor, patlıyor. "saçmalamayı kesecek misin?"

sözümü esirgemiyorum. "sen saçmalamayı ısrarla sürdürürken mi?"

gerçekten sinirli olduğumu o an fark ediyorum, yine de tutup onu öpmek istiyorum. "neden bu kadar gizemli takılmak zorundasın?"

konuşmuyor. "biraz rahatlasan, yanında olmam için bana izin versen, olmaz mı? sana zarar vereceğimden falan mı korkuyorsun sikeyim."

işte o an bana bakıyor. "sana zarar verebileceğimden korkuyorum yun jia." ne demek? ne demek istiyor? "benden uzakta iyisin, böyle devam et."

gidiyor. yine ve yine. tabureye çöküp birkaç bardağı da ben itiyorum yere, sertçe.

bana ne oluyor, bilmiyorum. dün başka bir çocuğu öpen bana neler oluyor? 505'e ciddili geri dönüyorum.

arenaya çıkacakken geliyor, şaşırtmıyor. kulağına eğilip fısıldamak geliyor içimden, "üzgünüm."

onun yerine omzumu sabitleyen bandajı çıkarmama yardım ediyor. arkada min jun'un bizi izlediğini hissediyorum. umurumda değil, "ren, bana bak."

ikiletmiyor, gözlerimiz buluştuğunda beklemeden öpüyorum onu. min jun'un bana geri dönmesini sağlamak istiyorum. hayır hayır, ne yaptığımın bilincinde falan değilim. kolumun ağrısıyla geri çekiliyorum. ren bana bakıp gülümsüyor, bunu yapışı gerçekten garip. yine de güzel yüzü onu tekrar öpmem için beni davet ediyor. "seni burada bekliyor olacağım."

bunun anlamını biliyorum. yapacağını biliyorum, sadece en hızlı şekilde bitir ve kaldığımız yerden devam edelim.

öyle de yapıyorum. hassas kolumu koruyarak iki raundu alıyorum, diğerlerinde ne yazık ki berabere kalıyoruz. yine de kazanıyorum, şaşırılmayacak şekilde.

kalabalığa bakıyorum, bu çığlıkların gerçek anlamda hoşuma gittiğini düşünüyorum. min jun'u aklımdan çıkarabildiğim tek yer burası sanırım. belki de buraya aidimdir.

çıkıyorum. jim elini yumruk yapıp bana uzatıyor. gülerek karşılık veriyorum ona. ren'e bakıyorum. içim acıyor sanki, karşımda onu değil başka birini görüyorum.

yine de beni ondan koruyor. konuşuyor ve aklımı meşgul ediyor. uzanıp ağrıyan kolumu okşuyor. masaj yapmasını isteyip istemediğimi soruyor. evime gidiyoruz.

onu tanımıyorsun bile, diyorum kendi kendime. onu tanımıyorum bile. yine de ne bu yakınlık? yine de bazı insanlar böyle işte. bilirsiniz, anlattım o kadar. mıknatıs yıldız falan. "neden buraya geldin?"

seni soruyor. "hâlâ günlük yazıyor musun?" o kadar umurumda değil ki nereden bildiği. kafamı sallamakla yetiniyorum. ama aslında günlük tuttuğum falan yok, halsey'in de dediği gibi. ben hayatımın enkazının kaydını tutuyorum. doğru tabir bu.

"ben de yazıyorum. senin için başladım." tebrik mi bekliyor, bilmiyorum. eli yavaşça kolumu dürtüyor.

üstümde siyah kolsuz bir atlet var, hava soğuk. ama içimde bir yerler alev almış durumda. beni de, yanımdaki herkesi de kül etmeye yetiyor.

parmağı elimin üzerinde anlamsız şekiller çiziyor, koluma doğru tırmanıyor. işin ironik yanı, bunu hep min jun'a yapmayı hayal etmiştim. ağlayasım geliyor ama sadece boş veriyorum. belki de karşımdaki çocuğu sevmeliydim.

beni öpüyor, tepkisizim. uzun zamandır içmedim, sarhoş olmaya ihtiyacım var. böylece tepkisiz ama suçsuz kalabilirim. onu durduruyorum. "gitmen gerek."

"yine ona mı gideceksin?"

şaşırmıyor. ben de şaşırmıyorum. keşke gidebilsem. gidemem. yüzüm yok. kendime haksızlık etmeme gerek yok.

"git buradan ren." yanımda olan herkesi o karadeliğe çekiyorum ben. git sadece ren.

ayaklanıyorum. olacaklardan habersiz. sigarayı dudaklarıma yerleştirmişken arkamda bir gürültü duyuyorum. "ne- ne yaptığını sanıyorsun sen?"

elinde bir bıçak tutuyor. yanına ulaşmama fırsat kalmadan sol bileğine hızlı bir çizik atıyor. "ren, hayır!"

bileğini sıkıyorum. kanlar kollarıma uzanıyor ve oradan yere damlamaya başlıyor. "neden yaptın bunu?"

ses tonu ürkütücü derecede yüksek çıkıyor, ağlıyor gibi konuşuyor ama tek bir gözyaşı yok. "bunu bana yapamazsın, beni sevmek zorundasın. anlamıyor musun yun jia, birbirimizden başka çaremiz yok bizim."

korkuyorum, gerçek anlamda korkuyorum. bu denli sevgi beni korkutuyor. kendimi düşünüyorum. ben bile bu kadar ağır sevmiyorum. "sev beni."

bana uzanan dudaklarının üzerine elimi koyuyorum, şaşkınlıktan ölmek üzereyim. "önce bileğini halledelim."

kafasını sallıyor, sinirlenmemesine sevinsem mi bilemiyorum. bileğini sıkan elimi gevşettiğimde sızlanmıyor bile. "hastaneye gidelim."

"gerek yok." eliyle kana dokunuyor. "gördün mü, her şey ne kadar sakin."

yarayı inceliyorum. dikişe gerek yok neyse ki. kanı durdurmak için bir şeyler aramam lazım. ayaklanıyorum. "yun jia."

kana bulanmış elimi sıkı sıkı tutuyor. "beni bırakmayacaksın, değil mi?"

duruyorum. min jun'u düşünüyorum. ne yapıyor şu an acaba? kafamı sallıyorum. "bırakmayacağım."

our way out | bxbHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin