9 mart
saat 23.30sabahtan beri burada oturmuş bekliyorum. korktuğum bir şey olduğunda değil, minjun için endişelendiğimden.
jim geliyor. eski kasa minibüsü parkın yanına çekip korna çalıyor. etrafa bakıp minjundan bir iz arıyorum. yok. belki de gelmeyecek. hayatındaki saçmalıklar, onun için yeterli belki de. minibüse yürüyorum.
“hey! yun jia.”
geliyor. koşa koşa. yüzünde yara izleri var. bu nasıl oldu? gözlerim büyüyor, onun için duyduğum korkular boşa değil. “ne oldu sana?”
jim beklemiyor. arabayı hızla sürmeye başlıyor. “duygusal konuşmaları siktir edin. arka koltuktaki çantada sizin için bir şeyler ayarladım.”
çantaya uzanıyorum. boks eldivenleri ve şortlar. büyük olan şort siyah ve küçük olanın rengi mavinin açık bir tonu. eldivenler bordo. yavaşça gülümsüyorum ve ona uzatıyorum. çok yakışacağının bilincindeyim.
“ayakkabı almayı da düşünmüştüm ama vazgeçtim. dayanıklılığınızı bilmiyorum, benim için kayıp olmayacağınızı umuyorum sadece. yani spor ayakkabılarınızla idare edin.”
bir stada göre çok da büyük olmayan bir yere geliyoruz. yol cidden çok da uzun değil. jim’in bizi kandırmadığına seviniyorum. sonuçta, iki tane liseli salağız. insan gibi asılmış ölü domuzlara bakıyorum. midem ağzıma geliyor.
kabinlerde üstümüzü değişiyoruz. aynada kendimi inceliyorum, omzumda hâlâ birkaç çürük var. yeşillenmiş. göğsümde tüy yok, bir zamanlar yapmaya takıntılı olduğum kaslar belirginliğini yitirmiş. yine de zindeyim, göğsüm kale gibi. yıkması zor.
aynı anda çıkıyoruz. bedeni çıplakken daha ufak görünüyor. kesinlikle daha ufak. bense sanki büyümüşüm gibi. göğsünde duran kollarına bakıp gülüyorum istemsizce. “gülme!” gülüyorum. “bu şey kaşındırıyor ayrıca.” şortunu çekiştiriyor.
“benimkiyle değişmeye ne dersin?” yüzünü buruşturuyor. kenarda asılı duran hırkalardan birini ona uzatıyorum. giyiyor. durgunlaşıyoruz. ben yine bir özür bombasına kendimi kaptırmadan jim geliyor neyse ki. “hazır mısınız? zamanı geldi.”
“hazırım.” diyorum ama bana bakıp kafasını sallıyor.
“ilk minjun çıkacak.”
“ne? neden?” diyorum çabucak. “ilk ben çıkmak istiyorum.”
“öyle olmuyor işler dostum. kurul ne isterse onu yapmak zorundayız.” ona dönüyor. “kendini kaptırma, ayakta kalmaya çalış. tamam mı? gerisini sonra düşünürsün.”
arenaya ilerliyoruz. jim beni durduruyor. “şimdi çıkmaman daha iyi. ekrandan izleyebilirsin.”
endişeliyim. ilk ben çıkarım zannediyordum. ya ona bir şey olursa? düşünmek dahi istemiyorum. ekrana oturup izlemeye başlıyorum. tüm korkularını yutmuş gibi, yüzünde gram ifade yok. korktuğunu biliyorum oysa, sadece seyirciye iyi gözükmek istiyor. ellerimi yumruk yapıp birbirlerine vuruyorum. kalabalığa göz atıyorum, yaklaşık üç yüz kişi. oturmuş bu vahşeti izliyor, bu vahşete para ödüyor.
“işte ilk kahramanımız..kim minjun! lütfen onu saygıyla selamlayın.” hırkasını omuzlarından alıp ringe doğru itiyorlar. ayakları onu zorla taşıyor. kirlenmiş beyaz sporlarına bakıyorum, onlar bile inkar ediyor.
biraz sonra diğer boksör geliyor. çok fena değil, bana gelmiş olsa bir bakışımla yere sereceğim türden. yine de yejun’dan kat kat büyük. yirmili yaşlarında, o neden bu bok çukurunda acaba?
selamlaşıyorlar. jim bağırıyor, “soluklan!”
yumruk yaptığı minik ellerine bakıyorum. ilk raund başlıyor. gözleri hırslı bakıyor ama her adımından korku akıyor. başlarda kaçmayı başarsa da yumruk yiyor, sert değil. korkuluklardan uzaklaşıyor, kalabalık dikkat kesilmiş izliyor. sürekli kaçıyor, jim’in bağıran sesini buradan bile duyabiliyorum.
“yumruk at.” diyor ama minjun onu dinlemiyor. parlayan saçları savuruluyor ve yere kapaklanıyor. raund bitiyor. yanına koşmamak için kendimi zor tutuyorum.
jim onu kendine getirmeye çalışıyor. kulağına işaret ediyor, sorun ne? kalan üç raund boyunca aynı şeyi yapmayı tekrarlıyor. adam vuruyor, minjun kaçıyor. sadece bir kere, uzattığı yumruğu boşa gidiyor. adam bundan faydalanıyor, eğilip karın boşluğuna vuruyor.
kalabalık alkışlarken kalabalığın içine dalıyorum.
ringten aldıkları minjunu kucağıma alıyorum. başı boynumda, nefeslerini hissediyorum. güvende.odaya geçiyoruz. jim tepemizde. “inanamıyorum! en azından bir yumruk geçirseydin. sadece bir tane!"
“üzerine gelme.” yarı baygın, kucağımda yatıyor. uzanıp su içirmeye çalışıyorum. terden sırılsıklam vücudu benimkine yapışıyor. çıplak vücutlarımız birbirine temas ediyor. buraları yazarken elim titriyor. teni benimkine kıyasla daha buğday tonlarında. yine de beyaz. ve lekesiz. cildinde tek bir leke yok. jim bana seslendiğinde onu sandalyeye koyuyorum. “iyi misin?”
fısıltılarım ona ulaşıyor. ama sadece kafasını sallıyor. şişmiş kaşına uzanıp öpesim geliyor. vazgeçiyorum. “yun jia!”
üzerine hırkasını örtüp ringe doğru adımlıyorum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
our way out | bxb
Mystery / Thrillercause if it's us against the world we'll fight it and win as long as we're united.