25. Bölüm

26 2 47
                                    

Trabzon (Yiğitten)

Gün ışıkları yeni yeni vuruyordu dağlara. Güneş dağların arkasından yavaşça doğuyor, gökyüzü ise kızıllığını yavaşça dağıtıyordu. Dün geceden yağan yağmur kesmiş, gün güneşle yenilenmişti. Geceden beri üzerinde oturduğum çimenler de tıpkı benim gibi ıslakken güneşin sıcaklığı dünden sonra az da olsa ısıtıyordu.

Elimde dün geceden beri bitirdiğim sigaranın son dalını tutarken kafamın içinde milyonlarca soru vardı. Omuzlarıma koca bir yük otururken sol göğsüm dünden beri sancıyordu. Gözlerim dolmaya çalışıyor ama bir damla dahi yere düşmüyordu. Kafamın içinde ki görüntüler ise boğazımı düğümlüyordu.

Yıllar önce daha minik bir çocukken yaşadığım anılar gözümün önünde uçuştu. Annemin rüzgarda uçuşan kestane kaçları yüzüme çarparken elimi sıkı sıkı tutması yüreğimi pırpır ettirdi. Kuş gibi titreyen bedeniyle beni korumaya çalışırken benim de üstüne anne diye ağlamam annemi perişan ediyordu.

Kafamın içinde dönen sözcükler artık birbirine karışırken hızlıca kapattım gözlerimi. Gözümün önüne gelen aynı görüntülerle yutkunurken kulağıma dolan sesler farklılaştı. Midem yumruk yemişim gibi ağırırken boğazımda ki düğüm boğazımı parçalamak istercesine büyüdü.

Dudaklarımdan benden habersiz dökülen sözlerle yüreğim titredi.

"Anne!"

Bu kelimeyi söylemeyeli öyle uzun zaman olmuştu ki, ciğerim paramparça oldu. Ellerimi yüzüme kapatıp eskiden olduğu gibi hıçkırarak ağlamak istedim ama olmadı. Saçımı okşayıp beni susturacak kimse yoktu. Ne annemin vardı, ne de onun. İkisinin sınavı da aynıydı.

Evlat!

İkisi de kendi canları uğruna evlatlarını yaşatmak için çırpındı. İkisi de kendi yüreklerine kendileri kurşunu sıktı. İkisi de masumdu ama çektikleri şey hiç adil değildi. İkisi de başkalarının hırsının kurbanıydı. Sevgi yokluğundan sığınacakları hiç bir limanları yoktu.

Böyle insanları yüreği her zaman bulutlu olurdu. Ne zaman yağacağı belli olmazdı. Susarlardı, bazı acılarını saklamak için ise gülerlerdi. Ama hele bir yalnız kalsınlar işte o zaman da bulutlar birbirine girer gök gürleyerek yağarlardı.

Elden sevmekten başka ne gelirdi ki. Kalkıp koruyamazdın onu. Ona el kaldırana kalkıp iki tane de sen vuramazdın. Eğer denersen sırtına yediğim darbeyle sızlanarak daha da yağdırırdın yağmurları.

Kısacası zamanında sevgisizliğin açtığı yarayı hiç bir güç iyileştiremez. Belki yamalar ama gün gelir o yama tekrar sökülür ve o yaradan yine kan gider.

"Abi!" Diye duyduğum sesle karnımda topladığım ayaklarımı serbest bıraktım.

"Şimal!" Dedim saatin kaç olduğuna bakmak için telefonumu cebimden çıkararak. Saat sabahın yedisiydi. "Ne işin var bu saate burda?"

"Dün gelecektim aslında." Dedi ve beni baştan aşağıya inceledi. "Ama babaannem izin vermedi. Sancılarım olduğu için burada yürümem bile riskliymiş."

Oturduğum yerden yavaşça kalkınca yeni yeni fark ediyordum. Her yerim tutulmuştu, üzerim sırılsıklamdı ve uyku uyumadığım için başım çatlıyordu.

"Neden içeriye girmedin?" Diye sorduğunda boğazım düğümlendi. Hattıma babam düşerken burukça gülümsedim.

"İçerisi boğdu." Dedim.

Aslında yalan değildi. İçeriye girsem boğulurdum. Gözümün önüne gelen anılarla içim yanardı. Bu ev bana ailemi hatırlatıyordu. Bu evde babam, annem, ben ve şimal yaşıyorduk. O zaman annem defneye hamileydi. Doğdu doğacaktı. Zaten her şey bu evle başladı. Yine bu evle bitiyordu. Sanırım bu ev lanetliydi. İçine giren her kadını acıyla kusuyordu.

Yaşanmış Sırlar Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin