Ben İsabella. Diğer bir değişle "Köylü kızı Bella". Beyaz Ejderha Krallığındaki Darya köyünde çalışan, neredeyse babasız büyümüş, geçimini annesiyle birlikte çalıştığı sıradan bir tarladan kazanan köylü kızı.
Ne yazık ki her sabah olduğu gibi bu sabah da gözlerimi yüzüme vuran güneş ışıkları ile açamadım. Çünkü Beyaz Ejderha Krallığında ve Siyah Ejderha Krallığında hiçbir zaman güneş açmaz. Hava her zaman gökyüzüne dumanlar yükselmişçesine bulutludur.
Sürekli bulutlu olmasının gerçek nedeni bilinmediğinden halk arasında pek çok efsane çıkmıştı. Bunlardan bir tanesi de bu iki krallığın arasındaki savaşta, iki krallığın da lanetlenmesiydi. Bana göre kulağa en mantıklı gelen gerekçe buydu sanırım.
Yattığım yer yatağından doğruldum ve gözlerimi çıkarırcasına kaşıdım. Ardından ayağa kalktım ve buradaki tüm köylülerin giymekten sorumlu olduğu kıyafetleri giydim. Bunları giymemizin nedeni onlara göre köylülerin arasında eşitliği sağlamaktı. Bana göreyse bizim hiçbir zaman onlar gibi olamayacağımızı vurgulayan, bize yerimizi bildirmek için koydukları emirlerden biriydi. En azından ayinlerde, kutlamalarda ve ruh bağı birleştim törenlerinde istediğimiz gibi giyinmemize izin veriyorlardı.
Elbisemi zorlukla da olsa giymeyi başardım ve kenarda duran bez ayakkabıları giymeye koyuldum. Ayakkabılar ayağımı sararken ayağa kalktım ve odanın içindeki büyük su testisine ilerledim. Su testisini hafifçe kaldırarak yerde duran büyük karajuya* su doldurdum. Suyun yeterli olacağına kanaat gösterdikten testiyi elimden bıraktım ve karajunun içindeki suyla yüzümü yıkamaya koyuldum.
İşim bittikten sonra karajuyu yerden yavaşça kaldırdım ve odamın camını açarak karajunun içindeki suyu küçük bahçemize döktüm.
Kilden yapılan karajuyu kırmamaya özen göstererek eski yerine koydum. Biz saraylı ya da soylu olmadığımız için akan bir ev şelalemiz* yoktu. Su testisini ev şelalesi gibi doldurup karajuya boşaltıyorduk. Karaju da minik bir küvet görevi görüp temizlenmemizi sağlıyordu.
Ev şelalemizin olmadığı gibi evlerimiz de üst seviye bir statüye sahip insanlarınki gibi değildi. Evlerimizi her zaman taştan ve tahtadan yapardık. Evlerin genellikle üç odası olurdu.
Bizim evimizde bir adet oturma odası, annemin yemek yaptığı mutfak ve mutfağın hemen yanında annemle ortak kullandığımız yatak odasından ibaretti.
Yattığımız odada iki adet yan yana koyulmuş yer yatağı, bir tane tahtadan yapılma kapağı hafif yamuk duran dolap vardı. Mutfak ve yatak odasının önünde oturma odası vardı. Burada da iki divan, orta yerde tahtadan küçük bir sepha* ve neredeyse tüm zemini kaplayan kışın ısı kaybını önleyen kalın dokuma bir halı vardı.
İşlerimi halledip odamdan çıktıktan sonra mutfağa annemi görme umuduyla girdim. Yere doğru eğilmiş bir eli belinde odun fırınından küçük iki ekmek çıkaran annemi görünce yüzüme minik bir tebessüm yerleştirdim. Kraliçeme yardım etmek için taş dolaptan kara zeytin, peynir, süt ve annemin özel olarak yaptığı çilek reçelini çıkararak yer sofrasını kurmaya koyuldum.
Varlığımı yeni fark eden annem bir an yerinden sıçradı ve elini aşkımanın* üstüne koyarak "Ödümü koparttın be kuzucum." Dedi. Elindeki ekmekleri serdiğim örtünün üstüne bırakırken konuşmaya devam etti. "Hadi hızlı hızlı ye de daha tarlaya gideceğiz."
Omuzlarım düşerken sıkıntıyla ofladım. "Sana da günaydın annecim. Ayrıca tarla kaçmıyor, gideriz tarlaya." Kendi kendime mırıldanarak "Sanki verdikleri yevmiye* de çokmuş gibi." dedim.
Bıraktığı ekmeklerden birini önüme alırken dediklerimi duymuş olacak ki "Öyle deme kızım. En azından karnımızı doyuruyoruz bak." dedi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
EJDER PRENSES
FantasyBeyaz Ejderha Krallıgı, dünyada var olan en güçlü krallıktı. Tabii ona kafa tutmaya cesaret edebilecek sadece tek bi krallık vardı o da "Siyah Ejderha Krallıgı". Bu iki krallık arasında süregelen bir rekabet ve üstünlük duygusu yıllarca pek çok sava...