Girdiğim derin uykudan sıyrılırken gözlerimi ağır ağır açmaya başladım. Sanki gözlerimin üstlerine birer katır oturmuştu ve göz kapaklarımı aralamama engel oluyordu. Gözlerimi en sonunda açabildiğimde ellerimden destek alarak yavaşça doğruldum ve etrafıma boş boş göz gezdirmeye başladım.
Duvarlar krem rengiydi. Beyaz pirinçten desenleri olan kulpları kanat şeklinde iki dolap, baza başlıkları yine kanat deseninden beyaz pirinçten detayları olan iki yatak ve yatakların sağ taraflarında bulunan iki beyaz komimdin, boş olan duvarda ise boydan boya cam vardı. Bir köşede de boy aynası.
Etrafa göz gezdirme işlemini bitirdikten sonra ayaklarımı yataktan aşağı sarkıttım. Ayağıma değen soğuk zeminle bir an ürpersem de önemsemedim ve ayağa kalktım. Bu oda bana o kadar yabancıydı ki...
Yabancı olan sadece bu oda değildi her şeydi. İçinde bulunduğum durum yabancıydı, yetim kalmak yabancıydı...
Belki de annen ölmemiştir, dedi içimden bir ses.
Öldüğünü biliyordum ama yine de içimden bir ses belki diyordu. Belki ölmemiştir. Fakat ölse de ölmese de her gözlerimi kapattığımda gözlerimin önüne gelen görüntüye engel olamıyordum.
Boşlukta süzülüyor gibiydim. Uyuşmuştum. Ne hissetmem, ne tepki vermem gerektiğini bilmiyordum.
Niye buraya getirildiğimizi, ne olduğumu, nerede olduğumu, ne olacağım hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Valeyrian aşkına ben ne biliyordum ki! Bildiğim tek şey evimden koparılıp buraya getirildiğimdi.
Odanın çıkış kapısına doğru ilerlerken hâlâ yalın ayaktım ve ayağımın yerle her temasında soğuk zemin içimi ürpertiyordu. Sağ tarafıma doğru döndüğümde boy aynasındaki yansımamı gördüm. Ayaklarım kirlenmişti ve yer yer soyulmuş yaralar vardı. Üstümdeki köylü kıyafetleri kırış kırış toprak olmuş, gözlerim ve burnum ağlamaktan kızarmıştı. Sarı saçlarımın örgüsü açılmış dalga dalga karmaşık bir şekilde omuzlarıma dökülmüştü.
Kısacası berbat görünüyordum fakat görüntüm şu an umurumda olan son şey bile değildi.
Kapıya doğru ilerlemeye devam ettim ve tedirgince kanat şeklindeki kulpu tuttum. Derin bir nefes aldıktan sonra kulpu aşağı çektim ve kapıyı kendime doğru çekerek açtım. Bembeyaz kapının dış tarafındaki 31 yazısına gözüm takılmıştı. Oda numarası olabilirdi. Önemsemedim.
Kapıyı açtığımda alabildiğine uzun ve geniş bir koridorla karşılaşmayı beklemiyordum açıkçası. Yalın ayak olmamı umursamadan koridora adım attım. Koridor duvarları krem rengindeydi ve çeşitli tablolarla süslenmişti. Ejderhaya binenler, kanatlarıyla uçanlar ve daha niceleri tablolara kazınmış birer sanat eseriydi.
Koridorda birkaç adım daha atmaya devam ettim. Tıka basa dolu olmasa da işlek bir koridordu. Beyaz ve siyahtan oluşan zanlımca görevli kıyafeti giymiş olan kermitler(görevliler) ellerinde havlular, kıyafetler, paspaslar ve odalardan çıkardıkları kişilere eşlik ederek ilerliyorlardı.
Kaşlarımı çatmış şaşkınlık içinde şapşal şapşal etrafıma bakınırken biri beni kolumdan tutup kendisine çevirdi. Gördüğüm o kıyafetlerden giymiş olan yaşlı tontiş bir kermit, elindeki elbise ve havluyla karşıma dikilmişti.
"Ne işin var yalın ayak kızım burada üşüteceksin. Oda numaran kaç senin?"
Soran gözlerle bakıp "Oda numarası?" diye sordum. Sesim oldukça cılız ve kısık çıkmıştı. Konuşurken de boğazım acıyordu.
Kafasını sağa sola sallayarak "Vah, vah. Sen şu köyden gelen hanım kızımızsın değil mi İsabella...ne kadar güzel ve soylu bir isim...annen bu ismi çok se-" sözlerini bölen benim gözyaşlarım ve ağzımdan firar eden ufak masum bir hıçkırıktı.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
EJDER PRENSES
FantasiBeyaz Ejderha Krallıgı, dünyada var olan en güçlü krallıktı. Tabii ona kafa tutmaya cesaret edebilecek sadece tek bi krallık vardı o da "Siyah Ejderha Krallıgı". Bu iki krallık arasında süregelen bir rekabet ve üstünlük duygusu yıllarca pek çok sava...