10. Telaş

354 26 16
                                    


Bir başak tarlasından izliyorum gün doğumunu. Az önceki alacakaranlığın hediye ettiği bir serinlik var havada. Bedenimi küçük parıltılarla aydınlatsa da saçlarımla beraber başakları da sallayan rüzgara güvenip güneşe doğru yol alıyorum. Gittikçe ısınmayı beklerken hala üşüyor bedenim. Çünkü görmesem de alacakaranlık henüz gitmedi.

Güneşin doğuşuna odaklandığım için görüşüm bulanıklaşıyor. Etrafımdakileri seçemez oluyorum. Birkaç kez gözlerimi kırptıktan sonra aslında her şeyin değiştiğini görüyorum. Her yerde binalar beliriyor, yüksek gökdelenler. Öyle ki güneşin doğuşunu görmekte zorlanıyorum. Caddeler bomboş; kımıldayan tek bir bayrak, yürüyen bir insan bile yok. 

Güneşi görme umuduyla biraz yürüyorum. Elimdeki soğukluk geçmedi. Neden sonra elimde karamelli dondurma olduğunu fark ediyorum. Üç blok ötedeki dondurma&cafe yazan yerden aldığımı hatırlıyorum. Oraya doğru yürüdüğümde kapının kapalı olduğunu görüyorum. 

Birden bir ses duyuyorum, gülme sesi gibi. Oraya döndüğümde zar zor seçebildiğim bir kız çocuğu görüyorum. Bana doğru ilerliyor. Uzaktan olsa da mutluluğunu görebiliyorum, sanırım bir hayranım. Garip bir şekilde bana yaklaştıkça boyu uzuyor. Çünkü... çünkü büyüyor.  Çocukluktan ergenliğe ve tam bana yaklaştığında yetişkin. Dondurmamın elimden düşmesi ise o küçük kızın Winter olması.

Konuşma yeteneğim benden alınmışçasına uyandım. Dudaklarım bile kımıldamıyordu. Sadece dümdüz karşıya bakıyordum. Güneş hala gözümü yakıyor gibiydi. Bir süre sonra her şey bir ışık noktasına dönüşüp yok oldu sanki. Nihayet ağzımdaki kuruluğu hissedebilmiştim. Odadaki eşyalara oraya yeni konulmuş gibi uzun süre anlamsızca baktım. Komidin, ayna, dolap gibi demirbaş ve birkaç ufak lüks detayla her zaman kaldığımız odalardan bir farkı yoktu. 

Neden sonra yatağa bakmayı akıl ettim. Winter dünkü yorgunluktan dolayı derin bir uykudaydı. Rüyamdakinden farklı görünüyordu. Dağılmış saçları, berrak teni ve o masumiyetiyle apayrı biriydi. Rüyamda bana bu şekilde değil de tam aksini hissettirmesine anlam veremedim. 

Kendimi biraz toparlayınca göğüs kafesime demir atmış bir geminin sonunda ufuklara açılması gibi tüten son dumanların da kaybolmasıyla dingin okyanusuma kavuşmuştum. Aradan az da olsa zaman geçtiğinde rüyamın etkisi azaldı. Öyle ki başını hatırlamıyordum. 

Saate baktığımda epey uyuduğumu fark ettim. Winnie ise nefesinin sesi duyulmayacak kadar uykuya teslim olmuştur. Nefesini hissedemediğimi fark ettim birden. Bileğini tuttuğumda nabzı yavaşlamıştı. Onu sarsarak uyandırmaya çalıştım ama kalkmıyordu. Dehşete düşmüştüm, Winnie tepki vermiyordu. Yüzyıllık uykuya dalmış gibi derinlerdeydi, ona ulaşamayacağım kadar derinde. 

Tam o sırada kapı çalınca yerimden fırlayıp koştum. Gelen Simon'dı. "Aşk kuşları uyanamadınız, saat ilerledi." Yüzüne yayılan gülümsemesiyle saati işaret etti. 

"Winnie uyanmıyor. Nabzı çok az." dedim, diyebildim. Çünkü bir güç kelimelerimi benden almıştı, sadece birkaç gölge heceyi bir araya getirebiliyordum. 

Simon'ın  yüzü anında değişti. "Nasıl yani? Bir June vakası daha mı?"

Bana bu utanç verici anıyı hatırlatması zaten kötü olan durumu daha beter hale getirmekten başka bir şey yaramadı. Üç yıl önce barda tanıştığım bir kızla birlikte olmuştuk, gece gitmek istememişti. Benimle uyumak için adeta yalvarmıştı. Onu kırmamak için razı olmuştum. Sabah uyanmamıştı, apar topar hastaneye gitmiştik. Midesinde alkolden başka bir şey olmadığı için bu hale geldiğini söylemişti doktor. Biraz daha geç kalınsa ölebileceğini de eklemişti. Yani Simon'ın bana anlatıp canımı sıkacağı daha kötü bir anım olamazdı.

Landing in London 2Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin