Pek de iyi hissetmeyerek, soğuk sokaklarda yürümeye başladım. Çoğunlukla olduğu gibi dondurucu bir soğuk, ve kar yağışı vardı; fakat atmosferi daha bunaltıcı ve sıkıcı yapan başka bir şey daha hissediliyordu. Ya da belki de bu sadece o kötü günlerimden biriydi.
Tüm bu sıkıcı ve depresif düşüncelerden kurtuldum, ve James ile dünkü yürüyüşümüzü hatırlayarak gülümsedim. O tam bir centilmendi, ve kendi komik yönleriyle tatlıydı. Onunla geçirdiğim her saniyede, onu daha çok sevmeye başlıyordum.
O, Harry'den tamamen farklıydı. Aslında onlar birbirinin tersiydi. James tatlı ve yardımseverdi; Harry ise kaba ve bencil. James temiz ve bakımlı; Harry ise bununla daha az vakit geçiriyor olamazdı. James'i tanıdığım ve onunla konuştuğum her saniye onu daha çok seviyordum; Harry'yle geçirdiğim her saniye ise ondan uzaklaşıyor, daha da nefret etmeye başlıyordum.
O psikopatı düşününce, içimi bir acı kaplamıştı. Bu her neydiyse, hoşuma gitmemişti. Belki de kindi, belki de suçluluk; kim bilebilir ki? Sadece onu düşünmek bile, başımı ağrıtmaya yetiyordu.
Onun kahverengi buklelerini, ve kıpkırmızı, yumuşak dudaklarını aklımdan çıkarmaya çalıştım. Bunları düşünmekle artık zaman harcamak istemiyordum.
Wickendale'in binasına iyice yaklaştığımda, beton merdivenlerin önünde mükemmel, parlak bir arabanın durduğunu gördüm. Kendi kendime benim de bir arabam olmasını dilediğimi düşündüm. Ve umarım yakında olacaktı da; böylece Londra'nın bu dondurucu soğuğunda her gün yürümekten kurtulacaktım.
Ön kapı açıktı ve birkaç saniye içinde iyi giyinimli bir kadın dışarı çıktı; üzerinde büyük düğmeli bir ceket, ve takım elbise vardı. Yüzünü otuzlarındaymış gibi gösteren, omzunun üzerinde biten düz, kumral saçları vardı.
Kadın beton berdivenlerden, topuklu ayakkabıları ile ses çıkararak inerken, onun bunun gibi bir yerde ne yapabileceğini merak etmiştim. Fakat bunları düşünürken, elindeki kaliteli kamerayı farkettim. O bir röpörtajcı olmalıydı.
Neden olduğunu bilmiyordum, fakat onun burada olmasından rahatsızlık duymuştum; oldukça. Onun sadece işini yapmaya çalıştığını biliyordum, fakat benim bütün gazeticilere ve röpörtajcılara karşı bir rahatsızlığım vardı.
Kadının birkaç santim yanından geçerek, binaya girdim. İçerideki sıcak hava, beni rahatlatmıştı. Tam hemşire odasına gidecekken, gördüklerim karşısında koridorun ortasında öylece kalmıştım. Mrs. Hellman, her zamanki mutsuz surat ifadesiyle röpörtajcıyı durdurmuştu. Bu adını bile bilmediğim kadının, bir tartışma içinde olup olmadığını anlamaya çalıştım; fakat aşağıdan gelen çığlık sesleri, sesini seçmemi engelliyordu. Mrs. Hellman'dan duyduğum birkaç sinirli laf, ve korkunç bakışlar sonunda, röpörtajcı sinirle arabasına doğru ilerledi. Bu da neyin nesiydi şimdi?
Bu düşünceyi bir kenara savurdum, çünkü bunu Mrs. Hellman'a sormanın kötü bir fikir olduğunu biliyordum. Böylece tekrar hemşirenin odasına yöneldim. Gene birkaç saniye sonra sonra, bronz tenli, ve düzgün vücutlu birinin de benim ilerlediğim yönde yürüdüğünü fark ettim.
"Kelsey!" diye seslendim.
"Hey Rose! Nerelerdeydin?"
"Çalışıyordum," diyerek omuz silktim.
"İkimizide çok çalıştırıyor olmalılar, seni uzun zamandır görmemiştim."
"Birkaç gün, fakat eh, evet." Güldüm. Kelsey psikolojik sorunlar üzerinde çalışıyordu, ben ise sağlık sorunları; yani birbirimizle tamamen zıt işler yapıyorduk. Bu da birbirimizi görme şansımızı azaltıyordu. Fakat bu hafta, onu her zaman olduğundan daha az görmüştüm.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
psychotic | [türkçe]
Fanfiction"Onu meleklerimle dans ettiği için değil, isminin şeytanlarımı susturabildiği için sevdim." - Christopher Poindexter [original: weyhey_harry]