4.0

5.7K 456 113
                                        

Şiddetini yavaşça yitiren kar, pencerenin önüne serilmişti. Soğuk Londra sokaklarını kaplıyor, ve havada korkunç bir uğultuyla dolaşıyordu. Duvarların arkasında bir fırtına gizliydi ve çocukları kardan adam yapmaktan mahrum bırakıyordu; bu o türden bir kar değildi.

Kelsey'in ofisinin penceresinden süzülüp giderlerken, hangi ayda olduğumzu uzun bir süredir takip etmediğimi fark ettim. Kasım mıydı? Yoksa Aralık mı? Aslında, bunun pek de bir önemi yoktu. Hava sadece soğuktu.

Wickendale ise sadece basıncını koruduğundan, hastaları zar zor sıcak tutuyordu. Hatta bazen, dışarıdaki sert kış yüzünden duvarların soğuk havayı itemediği bile oluyordu.

Fakat şu anda, şu saniyede, vücudum terler içinde kalmaya başlamıştı. Vücudumdan kolayca hissedebildiğim bir ateş geçiyordu; aynı yakılmış bir sigara gibi. Kalbimden doğru dalgalanarak her pompalandığında parmaklarıma ve bacaklarıma ulaşmaya çalışıyordu. Bir ateş kükreyerek adeta beni şeytanın çukuruna sürüklüyordu. Sırtım sanki yavaşça kül olmaya başlıyor, ve sıcaklık onları yırtmak istermişcesine, canım yanana kadar, kaslarımı geriyordu. Konuşamıyordum. Nefes alamıyordum. Düşünemiyordum.

Ve bu duyguyu biliyordum. Sıra dışıydı ve tanıdık gelmiyordu, fakat biliyordum. Bu, Emily'nin ölüm haberini aldığımda hissettiğim şeydi. Panik. Pekala, panik ve öfke.

Geçmişte, gurur duymadığım şeyler yapmıştım. Fakat eğer dünyada yaptığım tek bir tane bile iyi şey vardıysa o, Rose'u elimde olan herşey ile sevmekti. Ve lanet olsun, sahip olduğum tek şey oydu. Ailem yoktu, varlığım yoktu, param yoktu. Sadece o vardı. Ve şimdi Wickendale, onu kalan son damla akıl sağlığımla birlikte benden alıyordu. Bu nedenle, panikledim.

Bir anda, ayakta olduğumu hissettim. Ayağa ne zaman kalktığımı hatırlamıyordum. Gözlerim odayı tarayarak, geçen birkaç saniye boyunca ne olduğunu anlamaya çalışırcasına ipuçları aradı. Psikoloji kitapları kapakları açık bir şekilde yerde duruyorlardı. Kurşun ve tükenmez kalemler de kağıtlar gibi yerdeki karışıklığın içinde duruyorlardı. Boğazım kurumuştu, ve nefesim düzensizdi. Birkaç saniye öncesinde olan şeyler hakkında pek bir şey hatırlamıyordum, fakat her ne kadar çok net olmasa da, tahta masadaki nesneleri vahşi bir şekilde yere doğru iten ellerimin görüntüleri, ve ağzımdan bir çığlık şeklinde çıkan bağırışlarım zihnimde gidip geliyordu. Tam olarak ne dediğimi hatırlayamasamda, içinde "siktir" veya bunun gibi bir çok uygunsuz sözcük olduğundan emindim.

Kapı aniden sonuna kadar açıldı ve Brian adeta içeri daldı. "İyi misiniz?"

Benimle konuşmuyordu, fakat bana bakıyordu. Koluma ulaştı, ve tek bir kelime daha söylemeden beni dışarı sürüklemeye başladı.

"Hayır!" dedi Kelsey biz çok uzağa gidemeden. "Önemli değil, bu benim suçumdu. O iyi. Ben de iyiyim. Seyans sona erdiğinde onu dışarı getireceğim."

"Emin misiniz?" diye sordu Brian.

"Evet," diye yanıtladı Kelsey, sahte bir gülümseme takınarak.

Brian hiç de ikna olmuşa benzemiyordu. Fakat bana bir kez daha keskin bir bakış atıp, gözleriyle odayı taradıktan sonra kapıyı kapattı.

Yere eğilmiş, dağıttığım eşyaları toplayan Kelsey'e baktığımda, biraz olsun suçlu hissettim. Onu sevmiyor olabilirdim, fakat bunlar onun suçu değildi. En azından kaçmamıza yardım ediyordu.

"B-ben, üzgünüm," diye mırıldandım. Ve öyleydim de. Mrs. Hellman'a, James'e, Wickendale'e ve kendime kızgın olabilirdim, fakat bu Kelsey'in suçu değildi.

"Önemli değil," dedi kısık, sempatik, ve daha önce ondan çıktığını hiç duymadığım bir ses tonuyla.

"Evet öyle," diye karşı çıktım, ve daha sonra yerdeki kitaplardan birini almak için eğildim.

psychotic | [türkçe]Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin