Gökalp mahallesinde sonsuz aşkın ateşiyle kavrulan iki ayrı ruh...
Almina, geçmişi acılarla dolu küçük bir kadındı. Bir gün ansızın yaşadığı şehir olan Ankara'dan ayrılıp İstanbul'a taşınmış ve yıllar evvel kaybettiği babasının anılarının hâlâ soka...
Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.
Oy vermeyi ve bol bol yorum yapmayı unutmayın! Bence 14K kelime en azından bir oyu hak etti. :))
Bugün eve misafir gelecekti ve haliyle evde bir seferberlik ilân edilmişti. Çalışmalar tüm hızıyla devam ediyordu. Meltem yengem bir yandan evi temizlerken, Canan yengem ise diğer yandan bin bir çeşit yemek yapıyor ve ikide bir beni bakkala göndererek sabrımın sınırlarını zorluyordu. Yahu evde hem temizlik yapıyordum hem yemeğe yardım ediyordum hem de bakkala gidiyordum. O bir şey değil, bakkalcı Hüsamettin amca kendisini iş adamı ilân ettiği için önümde gömleğinin düğmelerini falan ilikleyerek benimle resmen iş konuşuyordu. Gören de bakkal değil, holding işletiyor sanacaktı. E tabii yaş yetmişe dayanınca haliyle iş de bitiyordu. Bunun en bariz örneği yıllardır Gökalp'in esnaflığını üstlenen Hüsamettin amcadan başkası değildi. Kendisi mahallede Deli Hüsam diye anılıyordu. Nedeni ise sürekli farklı ruh hallerine bürünmesiydi.
Mesela bir gün polis oluyordu, bir gün doktor, bir diğer gün ise avukat... Hatta saat başı başka bir kişilikteydi; geçen gün bir anne bile olmuştu, hamileyim diyerek ortalıkta gezinince tabii ki mahalle gençlerine de maskara olmuştu. Aslında ona mahallenin neşe kaynağı da denilebilirdi fakat onu bakkalın başına bırakmak akıl işi değildi.
Yine Canan yengemin beni terlikle kovaladığı sıradan bir günde bakkala gidişimin altıncı seferindeydim. Kadın aldıracaklarını bana taksit taksit söyleyerek resmen beni sınıyordu. Üstelik şu son bir haftadır binanın asansörü sorunluyken sürekli olarak merdiven çıkmaktan çapraz bağlarım kopacaktı. Zaten bendeki bu devasa (!) şans hiçbir insan evladında olmadığı için şikâyet etmeye bile hakkımın olduğunu sanmıyordum. Her neyse.
Mahalle bakkalına sadece küçük bir kabartma tozu için girdiğimde ciddi ciddi burnumdan soluyordum. Renkli renkli paketlerin dükkânı süslediği bu küçük yerde hiç vakit kaybetmeden ilerideki dolaba yöneldiğimde, "Kıpırdama!" diye bağıran yaşlı adam ödümü patlattı. "Kaldır ellerini!"
Kafama doğrulttuğu oyuncak silahı bir anlık dalgınlıkla gerçek zannettiğim için ellerimi kaldırarak çığlık attım. Dehşet saçan yüzümle sabit bir şekilde beklerken gözlerim, tam yanı başımda bana kararlılıkla bakan yaşlı adama doğru yöneldi. Hızlı nefes alıp verişlerimden dolayı göğsüm şiddetle kalkıp iniyordu. Bizi bu halde gören birisi kesinlikle delirdiğimizi düşünürdü.
"Hüsamettin amca," dedim ellerimi henüz indirmeden başımı yavaş hareketlerle ona çevirirken. "Ne yapıyorsun?"
Buna karşılık burnundan soluyan Deli Hüsam sinirle söylendi, "Hüsamettin amca ne hadsiz! Hüsamettin komutanım diyeceksin!"
İçimden kısa bir tövbe çektim ve gözlerimi devirerek ellerimi indirdim, "Yapma be amca... Daha ne kadar..." Diye devam ediyordum ki yaşlı adam sözümü sertçe kesti.
"Sana ellerini indirmen gerektiğini kim söyledi?"
Öfkeli bir sesle bağırdığında yerimden sıçrayarak tekrar ellerimi teslim olur gibi havaya kaldırdım. Bütün bunlarla uğraştığıma inanamıyordum. Bu adam yaklaşık yarım saat kadar önce bir holding sahibiydi, ne ara komutan olmuştu ki? Oysaki burada şu an tatlı tatlı iş konuşuyor olabilirdik.