25. Bölüm "Salvator"

1K 122 12
                                    

Hırsız yere diz çöktüğünde, diz kapakları dayanılmaz bir acıyla sızladı. Kanadıklarını görmese de hissedebiliyordu. Neler olmuştu hatırlaması birkaç saniye aldı. Alexander'ın en son ona sarıldığını hatırlıyordu ve şahinlerin seslerini. Sonra korkunç bir aydınlık, derin bir karanlığa dönüşüp kaybolmuştu. Yine sarayın bahçesindeydiler ancak bu kez fark edecekleri daha kötü bir şey vardı; fırtına durmuştu.

- Bahçe, değişmiştir.

Hırsız telaşla kendini toparlamaya çalışarak monkun olduğunu düşündüğü yere, arkasına döndü. Ancak Alexander yoktu. Etrafında bir tur dönüp, nerede olduğuna telaşla baktı ancak ondan tek bir iz bile yoktu.

- Monk?!

Telaşla ona neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Aklından geçirdikleri hiç iç açıcı şeyler değildi. Ya onu kurtarıp, beyaz prensle o patikada kaldıysa diye geçirdi aklından. Sanki monk dediğinde onu duyamayacağını düşünmüş gibi, bir kere daha, daha yüksek bir sesle ismini bağırdı; "Alexander!". Gözlerinde bir anda beliren yaşların sebebi, normalde Alexander'ın onu burada tek başına hayatta bırakmayacak olmasıydı. Bu telaş içindeki karanlığı büyüttükçe büyütüyordu. Şahin seslerini duyuyordu, muhtemelen bahçenin değiştiğini anlayan ve fırtınayı daha fazla tutamayan Tori, onları arıyordu. Bu süreçte muhtemelen bahçenin nasıl değiştiğini de çözmeye çalışacaktı. Hırsız, az önce Safir ile ilgili yaşananları öğrendiğinde ne düşüneceğini merak ediyordu. Ancak asıl merak ettiği; Alexander'a ne olduğuydu.

Bahçenin bulunduğu kısmında hırıltıların gelmesiyle hırsız endişeli arayışının yerine, hayatta kalma içgüdülerini kullanmaya karar verdi. Avuç içine rahatlıkla oturan hançerini sıkıca tuttu. Sesleri dinlemeye çalışıyordu. Seslerin nereden geldiğini anlama konusunda genelde oldukça başarılıydı. Hırsızlık bu konuda uzmanlaşmak için sizi her zaman zorlayan bir meslekti. Hırıltılar ikiye bölünmüştü, bu kötü olan şeydi. Biri tam karşısından, biri ise sol tarafından geliyordu. İkisinin ortasına bakacak şekilde pozisyon aldı ve biraz daha dikkat kesildi. Ne olduklarını da keşfetmek için uğraşıyordu. Kurt gibi hırlıyorlardı ama tam olarak ne olduklarını çözemiyordu. Bu bahçede daha ne kadar sürprizle karşılaşacaklardı acaba? Tüm bahçe büyücülerin sürprizleriyle doluydu. Bir süre sonra yemyeşil yanan büyülü gözleri bahçenin karanlığında kendine yaklaşırken fark etti. Bu iş için ekibin en zayıf karakteri kendisiydi ve bunu kabul etmek dışında elinden bir şey gelmiyordu. Bu kadar büyülü bir tehlikenin ortasında, çok sessiz olmak, hızlı hareket edip, iyi hançer kullanmak her zaman işe yarar bir yetenek olmuyordu. Hatta oldukça basit yeteneklerdi. Parlayan yeşil gözler bir timsah derisine sahipti. Ona doğru yaklaştıkça ürkütücü ifadeleri daha da farklı bir hâl almaya başlıyordu. Bedenleri ortaya çıktıkça timsah yüzlerinin arkasında kabarmış bir yele ve güçlü bacak kaslarını toprağa kazımışçasına basmış bir aslan görüyordu. Bu bir ammitti. Onların sadece efsanelerden ibaret olduğunu düşünmekle kalmayı tercih ederdi ama hırsız, babasının ona detaylıca bu timsah yüzlü canavarları anlatışını hatırlıyordu. Ammitler öldürmek için hareket etmezdi. Kalbinizi çıkarıp, ruhunuzu çalmak için uğraşırdı. En azından babasından öğrendiği buydu. Bir insanın ruhunun çalınması nasıl bir his olurdu ki? Patikaya girememek miydi?

Onlar yaklaştıkça hırsız birkaç adım geri çekildi. Her bir kas parçasına kadar kasıldığını hissediyordu. Birini öldürebilse bile diğerinin onu yakalamasını engelleyebileceğinden pek emin değildi. Üstelik içinden monka küfrediyordu ve bu da yorucu bir süreçti. Meraktan ölmek üzereydi. Endişe bütün ruhunu sarıp sımsıkı sıkıştırmıştı. Biri üzerine atladığında çok hızlı hareket edip, altından kaymayı başarmış ve diğerinin pençelerinden birine hançerini saplayabilmişti ama büyük hareketlerinden fazla sayıda olmadığı için, yemyeşil bir kanla yıkanan hançerini bacağına sildikten sonra, daha da çıldırmış ammitlerin karşısında dikildi. Bu şekildeyken üzerlerine zıpladıklarında onlardan kaçması kolay oluyordu. Çünkü onlara göre çok daha seri hareket edebildiği gibi, ufaktı da. Pençesine hançerini sapladığı ammit ona doğru saldırdığında, aynı hareketi karnını yarmak için de yapmıştı. Derisi o adar kalındı ki, yapmak istediğini tam olarak başaramamıştı ama ammit yere düşüp, halsizce kala kalmıştı. Kendini toparlamak için birkaç saniyesi vardı. O yeniden gelmeden, diğerine de bir şeyler yapması gerekiyordu. Pençesini öfkeyle savuruşundan kaçtı. O kadar ani hareket etmişti ki belini incittiğine emindi. Yine de şuan fiziksel hiçbir acı onu ölesiye savaşmaktan alı koyamazdı.

Sonra alışık olmadığı bir ses duydu. O kadar yüksek bir sesti ki, yaratıklar gibi o da bir an için korkuyla başını tutup eğildi. Sonra yavaşça başını kaldırdığında amitlerden birinin yerde can çekiştiğini gördü. Alnında yeşil kanını ortalığa saçan parlayan bir şey görüyordu. Ne olduğunu, bulunduğu yerden çözmek çok zordu. Daha da öfkelenen diğer ammit de aynı sonla yere düştüğünde, hırsız sıranın kendisine geldiğini düşünerek, gözlerini kısıp, ileriye baktı. Uzun namlulu karmaşık bir silahı omzunda taşıyan nişancı onu görebileceği yere kadar geldi. Silahları duymuştu. Uzak diyarlarda, cücelerin yaptıkları üstün makinalar olduğundan haberi vardı ancak gerçek olduklarına hiç inanmamıştı. Ona doğru adım atan adam neredeyse 190 boyundaydı. Geniş omuzları ve açık kumral saçları parlayarak, büyük kıvırcıklar halinde alnına düşüyordu. Gözlerinin ne renk olduğunu şuan için anlayamıyordu ama kirpiklerinin büyüklüğü gözlerine gölge yapacak kadar dikkat çekiciydi. Nişancı yakışıklı bir adamdı. Neredeyse her yerinde çamur ve kan izi vardı. Yüzündeki lekeler de yüzünün güzelliğini saklamakta pek başarılı değildi. Kalın dudaklarında şımarık bir gülümseme vardı. Hırsız gözleri kısık halde ona bakmaya devam etti. Onun saraydan mı yoksa Şafak ile mi bağlantılı olduğunu anlamaya çalışıyordu.

- Şafak günler öncesinde buraya sokmuştu beni, biraz temizlik yaptım. Bu kısımdan sonra cüsseleri biraz büyüyor ama eh, iyi bir nişancıyımdır.

Hırsız iç çekip, hançerini toprakla temizlemek için eğildi. Onu sevip sevmediğine emin olamıyordu.

- Senin bu kadar güzel olduğunu söylememişti, eğer bilseydim önceliğim seni bulmak olurdu.

Hırsız gözlerini olabildiğince tehditkar kıstıktan sonra, ister istemez, onun rahat ifadesiyle rahatlayarak dudaklarının gerilmesine izin vermemek için direndi. Yerden kalkıp, hançerini beline yerleştirirken birkaç adım daha nişancıya yaklaştı.

- Sarışın, mavi gözlü ve 180 değilim. Benim geldiğim yerde güzelleri bunlarla sınırlandırıyoruz.

- Ah, hiç biri tipim değil.

Nişancı gülümsemesini sevimli bir halde sunmaya devam ediyordu. Hırsız başını salladı ve iç çekerek bahçede ilerlemek için yürümeye başladı. Aklında hala monk vardı. Neredeyse ölürken bile ona gelmemişti. Bu işte kötü bir şey vardı.

- Madem Şafak soktu seni, eminim çıkışı da biliyorsundur.

- Hayır. O kadar kolay olsaydı şahinciyle çalışmazdınız, değil mi? İki gündür bahçede dolanıp duruyorum. Görevim avlanmaktı. Size biraz daha temiz bir alan yaratmak.

- Çok başarılı olamamışsın belli ki.

- Az önce ammit ruh kesesine girmek üzereydin, teşekkür etme yöntemin farklı ama yine de bunu sevdim.

Hırsız, ister istemez gülümsemesini genişletti, nişancıya kısa bir bakış atıp, önüne yeniden döndü. Enerjisi onu sakinleştirmişti. Şafak'ın arka planda daha neler planlamış olduğunu anlamak konusunda başı dönüyordu. Her yerden bir plan fışkırıyordu. Ama saray yakınlaşmış, çıkışa az kalmıştı. Tek sorun bahçenin fırtınadan sıyrılıp artık değişebilir hale gelmiş olmasıydı. Şahin sesleri üzerlerinde dönerken, nişancı da hırsızın yanında yürümeye başlamıştı. Hırsız, iç çekip yürürken sonunda rengini anladığı lacivert renkli gözlere baktı.

- Eee, madem yol arkadaşıyız, bir ismin var mı?

Nişancı isminin sorulmasından memnun tatlılıkla yürür halde reverans yaptı ve iri kıvırcıklar halindeki saçları bir an için zıplayarak dans etti. Sonra güzel gözlerini kısarak hırsıza kendini, bir saraylı aksanıyla tanıttı;

- Salvator, prenses. Emrinizdeyim.

Çöl Hırsızları (Kitap Oldu!)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin